Cumartesi, Temmuz 28, 2001

persona






- Düşünüyordum da Elisabeth, bence sen hastanede kalmamalısın. Bu sana acı veriyor. Eve dönmek istemediğine göre sen ve hemşire Alma, benim deniz kıyısındaki yazlığıma gidebilirsiniz.
- Anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmanın umutsuz düşü… var gibi olmak değil, var olmak. Her an bilinçli. Aynı zamanda kendin olduğun için olduğun insanla diğerleri için olduğunun farklılığı. Baş dönmesi hissi ve sonunda yorgunluktan yığılma isteği. İçinin görülmesi, kesilip biçilmek hatta hatta yok edilmek. Her ses bir yalan, her jest sahte, her gülümseme bir tuzak. İntihar mı? Hayır. Bu çirkin. Sen bunu yapmazsın. Ama sessiz ve hareketsiz durabilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Kendi içine kapanıp, ışığı söndürebilirsin. O zaman rol oynaman, sahte yüzler göstermen gerekmez. Sence….
- Ama gerçek kan kırmızıdır. Saklandığın yerde kalamazsın. Hayat her şeyin içine sızar. Tepki vermek zorundasın. Gerçek olması ya da olmaması kimsenin umurunda değil. Bu soru sadece tiyatroda önem taşır. Orada bile pek az.
- Seni anlıyorum Elisabeth, sessiz ve hareketsiz olmanı anlıyorum. Bu iradesizliği, fantastik bir sistemle değiştirdiğini biliyorum. Seni anlıyorum ve sana imreniyorum. Bence önemi kalmayana kadar, bu rolü oynamalısın. Artık ilginç olmayana kadar. Sonra onu bırakırsın. Yavaş yavaş diğer tüm rollerini bıraktığın gibi.

Yaz sonuna doğru, bayan Vogler ve hemşire Alma, doktorun evine taşındılar.


Kitaptan bölüm.
Taşıdığımız tüm heyecan, bütün çarpık hayallerimiz, yok olma korkumuz, anlamsız acımasızlığımız, dünyevi durumumuzun acılı yansıması, öbür dünyada kurtulma umudumuzu yavaşça yok etti. İnanç ve şüphemizin karanlığa haykırması, korkmuş yararsız bilgilerimiz yalnız kaldığımızın en büyük kanıtı.

Sence böyle değil mi?

Hiç yorum yok: