Cuma, Kasım 14, 2008

Pazar, Kasım 09, 2008


Ey dost
Çünkü sen Tahir’sin
İkimiz ‘bir’ olunca
Oluruz Mahir
Derviş Misali
Ahir de
Fanilik de
Zahir değil
Batin’dir
Akanlar aka durur
Hayat geçe durur
Uzaklıklar elbet kavuşturur
Tek ki içrek yolculuk tamamlanana
Gönül tekrar tomurcuklana

Cumartesi, Kasım 08, 2008


yola çıkmalı,
bu edinme savaşı bitmeyecek
tarlalar ürünleriyle birlikte yakılacak
yılgınlık ve geleceksizlik çocukları en ön safhalara atacak
kadınlar doğurduklarının canı yanacak diye, canı yandı diye, canı yitti diye ağlayacak
resim Congo Demokratik Cumhuriyeti'nden,
isyancılar ile hükümetin birlikleri arasındaki çatışma/ölümcül paylaşım oyunu/savaş nedeniyle köylerinden ayrılıp yola çıkanlardan...
yağmur yağıyor
yola çıkmalı:
etinden doğanın canını, kendi canını kurtarmak için yola çıkanlardan...
anchorman u.d. bu çocuklardan birini en büyük kent'e taşıttı,
pembe yanaklı çocukların yaşadığı sokaklarda gezdirtti
fileli etekli kız çocuklarını ona, onu fileli kız çocuklarına göstertti,
kentin 'cumhuriyet' kadınları ağlamaklı ses tonlarıyla, arada hıçkırıklamalarıyla baş okşadılar
sonra o kız çocuğunu, bir iki p.r. (public relation) uzmanının araya girmesiyle şirket eşantiyonlarını eline tutuşturarak
köyüne, geri gönderdiler....
sadece iki an'lığına gözlere baktığında bile, baktığında bile.....

congo'da yola çıkan diğerleri
















Salı, Ekim 28, 2008

nefesi yasaklamak....

biri aradı... bloglar yasaklanmış dedi... diyarbekir bilmem kaçıncı sulh mahkemesi tarafından....


oysa ki diyarbekir ölü....


yanılsama bu yaşadığımız.... izin verilen alanların dışına çıkmaya çalıştığımızda,

ya da izin verilen alanlar içinde 'onların' erklerine kafa tuttuğumuzu sandığımızla ...


yaşıyoruz....
farkında mısınız?
kolluk kuvvetleriyle asla uyuşmayacağımızı?
kısa bir alan'cıkta gidip geldiğimizi....
bazıları, bu geri dönüşü 'victory' olarak algılama yanılgısına düşecek....
gerçekten, p.m., f.g'yi içten içe desteklediği için mi hala konuşabiliyor?
duvarlar da mı modernize edildi yoksa.... şeffaflaştığını mı düşündük, toplu ayinlerimizde?
hadiyin ordan....
20 cataflam bile yetmez bu ağrıyı dindirmeye.....
....
(bloglarınzın pdf formatında kopyasını alın, ne olur ne olmaz.... k.e. tekrar gelir bakarsınız....)

Perşembe, Eylül 11, 2008

masumiyet müzesi

masum
masumiyet
masumiyetin yitişi/yitirilişi
masumluğa geri dönüş (yitirdikten sonra geri dönülemeyendir, O)

...

çocukluk anılarını hatırlamaya zorladığını farkettiğinde ardı ardına,
neler var orda?

anne vardır, baba vardır; baba, anneye göre çok uzaktadır...

kare sakızlardan çıkan 'artist' resimlerini toplardık, okula gitmiyordum daha, yıldırım mahallesinin o yeni yeni inşa edilen sokaklarında üst katı kapatılamamış terasında kartlarda çıkan şarkıcıların şarkılarını söyleme oyununu oynadığımı hatırlıyorum, okula gitmediğime göre 5 ya da 6 yaşındayım. beynim neden süzüp atmamış o an'ın kokusunu o denli yıl içinde... o terasın karanlığını ve odun kokusunu...

anadolu'nun doğu ucundaki o şehirde babam polis lokalini işletiyordu, gidip gazoz kapaklarını toplar, soğuk bahçeye bakan balkonda biriktirirdim, annem neden ses etmezdi, hatırlamıyorum, torbalar dolusu olmuştu, gazoz kapakları ile oyun oynayabileceğim birileri olur ise onlara bende ne kadar fazla gazoz kapağı olduğunu göstermek için biriktirmiş olmalıyım...

o balkona bakan pencerenin altındaydı uyuduğumuz yatak, soğuk bir şehirdi, kışları aynı odada yer, oturur, misafir ağırlar ve uyurduk. o balkon penceresi,
...
tepe ışığını açtı baba, gecenin bir vakti,
anne ile oğlu birlikte yatıyordu, yaş 7,
anne, içerek eve gelmiş babaya, akşam üzeri birilerinin onu aradığını söyledi,
baba bağırdı, kimse arayamaz beni,
artırdı gerginliğini baba, silahını çıkardı ve ateş etti.
yatan oğlu ve yatakta doğrularak oturan karısının hemen arkasındaki o balkon penceresinden çıkıp gitti kurşun, pencere parçalanmadı, tek bir kurşun deliği...
taşınana kadar yeni cam taktırılmadı, hep hatırlatmak için durdu orda,

yatağın üzerine çıkıp o delikten bakmaya çalışırdım, gözlerimi birer birer yumarak...

o evin dıştandı merdivenleri, ikinci katta otururduk. iri yarıydı ve merdiven çıkarken ayak ön uçlarını merdivene sürterek çıkardı,
o sesleri duyduğum anda yatağa fırlayıp, yorganın altına girip uyur taklidi yapardım.




evlerde deve tabanı denen çiçekler olurdu, dallanır dallanır büyürlerdi, ya da kauçuk denen ev bitkileri, düz dursunlar diye dikilen bir sopanın ucuna içi boş yumurtalar konurdu, neden... hala bilmem... yan daire komşu çocuğunun o yumurtaları gördükten sonra annesine gidip bizim evde saksıda yumurta yetiştirdiğimizi söylediğini de unutmuyorum, belki 3, belki 4 yaşında...

o doğu ilinden, dedemin en batıdaki iline giderdik yataklı vagon’da. darbe öncesi yılların hızında birbuçuk-iki gün sürerdi (o doğu iline gazeteler bir-iki gün sonra gelirdi). tren yolculuklarının o mistik havasını hatırlamaya çalışıyorum, o çocuk halinde saatlerce ne yaptığımı, gördüklerimi, hareket eden dağların-tepelerin-ovaların, gecenin, gündüzün, yıldızların –şu an seyrinin vermiş olduğu anlamların o zaman da olup olamadığını hatırlamaya çalışıyorum- .... muş’ta simit aldığımızı pencereden uzanıp, evde kızartılan köfteleleri parçalayı simit ile yiyişimizi, çok iri zeytini vardı muş’un, tatsızdı, tatvan’dan feribot’a geçişimizi, japon bir turist’e hello deyişimi, ne utanmışım, hala hatırımda, istasyonlardan birinde o kırmızı kazağı giyen... giyeni... bir başkasına benzeme, büyüme isteğini....




ara metin: -
bunları yazma nedenim şu: o nobel’i almış olan, altı yıl yaşadığım, “yürüdüğünde hangi tahtasından nasıl bir ses çıktığını bildiğim’ evi satın almış ve orayı masumyet müzesine çevirecekmiş. yıllar önce duyduğum bir haberdi: brukner apartmanı, kat 2. kat 1, zehra teyzenin’di.... (2005 aralık blog postlarından birindeki karakter) kitabını çıkardı, masamın üzerinde, pembe bir üstü açığın içinde beş kişi, ... benimbenimbenim masum’lukla yaşadığım son yere masumiyet müzesi kurulması....

kimdir bu dalgayı geçen?











yıllar içinde unutmaya çalıştıkların fazlalaştığında daha mı unutulmaz oluyorlar bunlar, akıl hemen bunlara mı yöneliyor...

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

Ondört yıl önce rastladı. Bir gazetenin haftalık kitap ekinde çalışan okuldan arkadaşı Prag'a tatile gittiğinde onun yerine bir hafta gidip gelmişti. Telefonları yanıtlıyor, notlar alıyor, sorumluluk vermedikleri için de orayı burayı karıştırıp kitapevlerinden gönderilen kitap ve dergilere bakıyordu. Rafların arasında okumaya değer diye hissettiği tek kitabı, onun kitabını aldı. Boş iki günde bitirdi kitabı. Hikayedeki iki kişinin arasındaki sırlı konuşmalardan yakınlık duymuştu. O sırlı konuşmaları daha önce hiç duymamıştı.

Ankara yolculuklarından birinde onüç ara öykülü, bir bütün metinli masal kitabını hediye etmişti S. Okumaya değil bitirmeye kıyamadı o kitabı. Ondört yıldır hala bitmedi.

Öldüğünü duyduğunda, tavan sıvaları rutubetten ara ara düştüğü, kırık camından kışları kar tanelerinin içeri sızdığı, yer tahtalarının hangi noktasına basarsa nasıl bir ses çıkacağını bildiği o evinde biryerlerden bulup çerçeve içine aldığı mavi tonlu yüz resminin önüne bir mum yakıp karanlıkta duvarlara sarılarak ağladığını hatırladı. Yıllar sonrasında evinin bahçesindeki havuza giderken eline kitap raflarından geçirdiği o ilk tanışma kitabını alıp da güneşlenirken gerilere döndü.

... yazmak istedi ...

... evine döndü, klavyesini açtı ....
Tezer'in, Cesare'nin peşinden O'nun yürüdüğü, kahvesini içerken yazıp okuduğu, dolandığı, kokladığı yolları, kentleri aramaya gittiğini anlattığı bir kitabını okumuştu. Okuduğu o ilk kitapta Turunçlu diye bir yerden bahsediyordu. Haritada aradı, daha detaylılarına baktı. Buldu. Yollandı. Karadan ulaşmayı bilemedi. Denizden uzandı. Yaklaşırken, tekneyi kullanan yaşlı, neredeyse kör denizcinin bir zamanlar O'nu da taşımış olabileceğine eminlikle; kitapta bahsedilen tepedeki evleri görmeye yaklaştıkça yeşil olduklarını farkedip sevindi: kitapta Yeşilevler diye geçiyordu.

Teknenin yanaştığı kıyının yanında sahilden merdivenlerle çıkılan kahvehanelere rastladı. Kahvehanelerin arkasındaki sokaktaki taksi durağını gördü. Bekledi. Bir taksi şoförünün 'bir yere mi gidecektin ağabi?' demesini bekledi. Dolandı. Çay içti. Ayaklarını uzattı. O'nun geçtiği yerler, O'nun konuştuğu, selamladığı, cümlelerine aldığı insanları görüyormuşçasına sevindi.

O'nu bir daha 'hiç' görmeyecek olmanın acı'sını saklarcasına... peşinden gitti.
Zaman çok hızlı geçiyor olduğunda, bugün dünden ve yarından farklı olmamaya yemin eder olduğunda, anıları birbir dizmeye başladı.

Cuma, Mayıs 16, 2008

rad, 11. ayet (gökgürültüsü)

Allah, bir toplumun kaderini, onlar iç dünyalarını değiştirmedikçe değiştirmez.

Perşembe, Mayıs 08, 2008

anı topla, yaşadığınca...
anılar topla, yaşadığın sürece...
anılar toplayın, yaşadığınız sürece...

lazım olacak...
ponds'un filmlerinden birinde de vardı o kadın: sinema salonu girişinde o küçük dolap-vari alanda sabah seansından akşam seansına kadar izleyecek-lere bilet satan kadın... oğluyla mı ne sorunları vardı, seans aralarında çıkıp o kulübeden bir şeyler çözmeye uğraşıyordu...
liang'ın son filmlerinden birinde de vardı o kadın: bu kadının bir takma ayağı vardı ve bilet satılan küçük cam aralığının kapağını kapattıktan sonra merdivenlerden 'zamanlarca' çıkışı, tak-tık-tak-tuk... mekan değişişi-aynı mekan içindeliği-başka yerlerin olmayışlıkları-
yirmi yıl önce geldiğim bu şehirde ilk gittiğim sinemada gördüğüm -emek- o kadın da yıllar içinde her defasında gördüğümde, kendi içimde canlandırdığım o yakınlık hissiyle orda durdu hep... ne zaman gitsem o ordaydı...
p. yıllar önce şöyle demişti: 'kendinden daha kötü durumda olanları, kendinden daha yalnız olanları, kendine kattığın acınası durumunundan daha acınası durumda olacağına emin olduğun insanların bulunduğu yere, bu yüzden gidiyor olmayasın..?'
'kabul görülebilirliğin yok oluşlukla arttığı bir yer olduğunu çok zaman sonra farkedip, söylediklerine bu nedeni de eklemiştim gerçi, ...'
dışarıdan, film seyretmeye gelenlere bilet satan kadınlar neden geldi aklıma durup dururken...
her gün, her gündeki o her saatin bir öncekinden farksız olması nedeniyle mi?

Perşembe, Mayıs 01, 2008

burası kiev,



burası moskova,
burası kalküta,

burası atina,














burası bağdat,










burası da istanbul

Cumartesi, Nisan 26, 2008

"le paradis, l'enfer, le purgatoire"


in existence, in patience
my heart watches, my heart wilts
a shadow follows the former me
in patience, in existence
i lost myself while searching
i once was, i am still
i was not
i am no more
i lost myself while searching
in wanderings, in dreams
night kills me,, day brings me back
day is lost, life grows short
in dreams, in wanderings
in hope, in waiting,
i dream of life, yet live in dreams
i hide my heart, i blame my heart
of living no more, of dreaming still
in waiting, in hope

Pazar, Nisan 13, 2008

bir küçücük aslancık...




bir küçücük aslancık varmış
çöllerde ko ko koşar oynarmış

babası onu çok severmiş
sen benim ca ca canımsın dermiş

aslan baba harbe gidince
küçüğün ra ra rahatı bitmiş

aslan baba harpte vurulmuş
küçüğü çö çö çölden kovulmuş

...........................................



p.m. iki gündür 98 yazılarını kopyalıyor. söylemek istediğini daha önce yazmış isen söz-cümleleri değiştirmeye girişmenin anlamı yok ki... blog'lanalı beri bu üçüncü yazı... ikincisi 'sokaklar daraldığında' imiş, yine çocuklukla ilgili anılar. sabahtan beri dilimde o çocuk şarkısı, devamının öyle olduğunu bilmiyordum... büyük aslan harbe gitmedi ve çölden de kovulmuşluğum yok... 'annesi onu çok çok severmiş' diye hatırlıyorum, değil babamdan böyle bir ninni/çocuk şarkısı duymayı, kendisini görmüyordum bile... ondan olmalı...

geçen yıl gördüğüm uçsuz bucaksız çiçek tarlaları yerine, bu yıl 'suçları' anımsattı bilinç-altı...

artık her gün birbirinin aynısı... : Hades kenti mahkumluğu

ve

Hayat,
Hayat tek...



bir sekans: aslında böyle bir günde hiç de seyredilmemesi gerekenlerden...mcqueen ve hoffman'ın papillon'undan...


iki yıllık hücre hapsinde görülen hayallerden birinde, yargıçlar sorar, 'suçunun ne olduğunu biliyor musun?' 'ben suçsuzum' der steve, 'o pezevengi ben öldürmedim', 'hayır' der yargıç, 'sen en büyük suçu işledin, sana verilen hayatı heba ettin...'


........................
But your real crime has nothing to do
with a pimp's death.
Well then?
What is it?
Yours is the most terrible crime
a human being can commit.
I accuse you...
...of a wasted life.
Guilty.
The penalty for that is death.
Geliyorum haziranda, umarim bulusuruz...
O ana kadar da mahkumiyete devam

Pazar, Nisan 06, 2008

'düşman neslini rehabilite etme'

Arjantin'de kayıplar intikam alıyor


1978 doğumlu Maria, 2001'de, DNA testiyle kaçırıldığını belirledi. Solcu anne-babası hapiste ölen Maria'nın annesi yakalandığında altı aylık hamileydi.


BUENOS AIRES - Arjantin tarihine 'kirli savaş' olarak geçen 1976-1983'teki askeri diktatörlük döneminde solcu siyasi tutukluların kaçırılıp yasadışı evlat edinilen bebekleri intikam alıyor. 'Kayıplar' olarak anılan 30 bin esirin gizli işkence merkezlerinde doğurdukları yaklaşık 500 bebekten biri olan Maria Eugenia Sampallo Barragan, sahte ailesine açtığı davaya kazanıp bir ilke imza attı. Kayıpların çocuklarıyla ilgili açılan ilk davada, Sampallo'yu yasa dışı yollarla evlat edinerek büyüten 60 yaşındaki sahte anne Maria Cristina Gomez Pinto'ya sekiz yıl, 65 yaşındaki eski kocası Osvaldo Rivas'e yedi yıl, bebeği çifte teslim eden emekli subay Enrique Jose Berthier'e 10 yıl hapis cezası kesildi. Mahkeme Sampallo'ya 'Eugenia Violeta Rivas' sahte adıyla düzenlenmiş kimliği de iptal etti. İnsan hakları örgütlerine göre kirli savaş sırasında tutukluların gizli merkezlerde dünyaya getirdikleri 500 kadar bebeği 'düşman neslini rehabilite etme' adına asker aileleri ya da yakınlarına yasa dışı yollarla verilmişti.
'Büyükanneler' yardım etti 1978'de doğduğu tespit edilen Sampallo'nun intikam süreci ise 2001'de başladı. Sampallo'nun babası Leonardo Ruben Sampallo ve annesi Mirta Mabel Barragan Aralık 1977'de solcu muhalif oldukları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Mirta tutuklandığında kızına altı aylık hamileydi. Maria Sampallo, 1977'de kurulduğu günden beri kayıplara ait çocukların yüzde 88'nin gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan sivil örgüt Plaza de Mayo Büyükanneleri'nin yardımıyla gerçeklere ulaştı. Ailesi hapiste öldüğünde Berthier, bebeği Pinto ve Rivas çiftine vermişti. Sampallo 2001'de DNA testi yaptırarak kendi değimiyle Pinto ve Rivas'ın gerçek ailesi değil 'kendisini kaçıranlar' ve 'hayatını çalanlar' olduğunu kesinleştirdi. Ardından sahte aileye 25 yıl hapis istemiyle dava açtı ve amacına ulaştı. "Bunlar benim ailem değil, onlar beni kaçıranlar, beni onlara bağlayan duygusal bağ yok" diyen Sampallo, elindeki fotoğraftaki biyolojik ailesini gösterip ekledi:
'Beni aldattılar, aşağıladılar...' "Benim ailem bunlar. Resmi bir bir evlatlık sözkonusu değil. Bu insanlar sahte doğum tarihi, yeri ve belgeyle beni kendi kızları gibi kaydettirdi. Kendi kendinize sorunuz; kaçırılmış bir bebeğe sürekli kendi kökleri hakkında yalan söylenmiş, her gün kötü davranılmış, aşağılanmış ve aldatılmış olsun. Bütün bunları yapan kişi sevgiyi bilebilir ve hissedebilir mi? Ben derim ki, hayır." Hapiste doğan bebeklerden olup 2003'de kendi gerçek kimliğini öğrenen milletvekili Victoria Donda da kararı "Umarım her bir mahkumiyet kararı gerçeğin inşasına yönelik bir adım olur" diyerek alkışladı.

Perşembe, Nisan 03, 2008

öyle işte...


baya bir önceydi...


kahraman ünvanı alan bir kente sürülmüştük... siyasi görüşünden dolayı sürülen binler/onbinler/yüzbinlercesinden değildi babam... nöbet gününde zuladan amonyak ikramıydı çocukluğumun kentinden, ganita'nın yan tarafında o deniz kenarından, yukarıdaki okulun penceresinden sallanan ellere bakarak gözyaşlarıyla kopmama neden olan... tüm sevgilerim orada kalmıştı....

temel ideoloji belliydi benim için: sorgusuzluk.

doğdugum yıl muhtıra verilmiş

bir, iki yaşındayken üç genç asılmış -otuz küsür yıl sonra tivide dizisini yaptılar, söylenenlere göre baya ağlayan olmuş, -hiç girmeyelim o gözyaşlarına, duygu sellerinde dolananlara- erdal için de yaparlar mı acaba, -hani kemik yaşının onsekizi geçtiği söylenen erdal, o raporu veren adli tıp görevlisi yaşıyor mudur acaba, ya da nasıl içselleştirmiştir o imzasını, düşünsenize, bir imza atıyorsun ve bir çocuk öldürülüyor- o zaman da haberdar olunur mu kara tarihten, bu arada erdal'ı asan adam dün itibariyle marmaris dolaylarında bir okulu gezmiş, sekiz yaşında kravatı açık bir çocuğu eşeğe, kravatını da yularına benzetmiş,-

'bir faşist karşısında faşist olmak istemek' diye bir duygu tanımı var mıdır ki?

altısını biraz geçtiğimde yollarda geleceğini korumak adına yürüyenlere ateş açılmış, yaşadığım kentin meydanından, yıllarca vakit gecirdiğim, yaşadığım, seyrettiğim meydanından...

saat altıda açılan tivi'deki yirmi dakikalık çizgi filmlerden sonraki haber bültenlerinde o günün taranan kahvehaneleri, bombalamaları, ölenlerin adları soyadları yaşları okunurdu... nefes aldığın hayatta, ...

sonra o adam geldi işte, tanklar heryerdeydi... durmadan konuşurdu... resimleri heryerdeydi...

tanıdığım ilk katil....

... dokuz yaşındayken 'artık insanların ölmeyeceği' söylendiğinde bir çocuğa, sevinir haliyle, ben de sevinmiş olduğumu hatırlıyorum, van'ın hükümet konağındaki konuşmalarından birine gittiğimi de...

işte o sürüldüğümüz kentte, 'dışarıdan gelen' olarak biz üç kişiye, ki gençlik de var ser'de... edebiyat ödevi olarak necip fazıl'ın analizi'ni vermişlerdi, kemal'e... almanca derslerinde kaytan bıyıklı biri 'çırpınırdı karadeniz, akan ... ' -unutmuşum devamını- marş'ını söyletirdi dersinde, o yüzden bilmem almancayı... hatta yağmurlu bir gün, bir önceki akşam okul çıkışında aynı yönde evleri olan biz üç erkek ve üç kız yolda yürürken müdür muavini görmüştü, işte o yağmurlu gün, bir üst'üne yetiştirmiş, müdür de girmişti sınıfa, elinde elli santimlik kalın cetvellerden... teker teker adımızı söylüyordu, kafamıza ellerimize vurarak... 'bundan sonra doğru evlere gidilecek değil mi, nazan', 'bundan sonra doğru evlere gidilecek değil mi, korkut', diye... o kent de aynı dinden olup da, farklı mezheplerden olanların birbirini kıtır doğradığı kentlerden biriydi... insanların yüzlerinde 'nefretin' ne olabileceğini okumayı öğrenmek...

o korkulu geceler ve günler herkesteydi, üniversitede altıgen kantine, üzerimize molotof ve kurşunları attıktan sonra kaçıştığımızda, ilk olarak babamı aramıştım, 'sen de karıştın mı olaylara'ydı ilk sorusu...

yıllar içinde ülkenin karış karış satıldığına tanık olduk, kanuni hırsızlıklarla itidar olanlara, iç savaştan ganimet toplayanlara, ...

bu ülkede kent sermayesi kırsaldan gelenleri istemediği için darbe yapıldı

bu ülkede kent sermayesi emek kesiminin güçlenişi kendi aleyhine döndüğü anda darbe yapıldı

bu ülkede kent sermayesi kendini muafazakar diye tanımlayan sermaye güçlenmeye başladığında ...

ülkemde hiç bir zaman ayrıksı/aykırı düşünenlere 'iyi bakılmadı', o kahraman ünvanını alan kentte lise sıralarında otururken bilmem nerede sırasına Ş (orak'a ve çekiç'e benziyor diye) harfini çiziktirdi diye 'alıkonan' yaşdaşımızı okuduğumuzda da, denizlide bir vergi memurunun çekmecesinde lennon'un imagine'inin türkçe tercümesi bulunduğunda soruşturma açıldığını duyduğumuzda da, öğretmenleri gitmesi diye gösteri yapan ortaokul kızlarının toplandığını gördüğümüzde de, bir de manisalı çocuklar var, o manisalı çocuklar...

hiç bir kimse, hiç bir grup, hiç bir iktidar şu ana kadar yapılanların daha ötesinde bir şey yapabilir mi ki?....

Cuma, Mart 21, 2008

uzaklaşıldıkça 'genç' olunan yaşlardan, daha bir sıkı tutulur olur diğer el...

'bırakma' sözü yerine geçer kavrayış...

nice daha 'eller' tutulabileceği düşüncesiyle 'değilen', 'harcanan' eller yoktur artık....




.

Pazar, Mart 16, 2008

pazar pazar

eskiden, ülke insan sayısının onda birinin, yirmide birinin desteğini alan ters söylemcileri kovarlardı o ülkede paylaşım arenasından... şimdi de iki kişiden birinin desteğini alan adamları kovmaya çalışıyorlar... o ülkeye zarar verenler sıralamasında en aşağıda yer alabilecekler oysa ki... ilk sıradakiler hala gevrek gevrek gülüyorlar ya da anıtlarla süslendiriliyorlar iken... üç-dört yıl önce ilk sıradakine adana-seyhan'da bir savcı dava açmıştı, yirmibeş yıl sonra, yirmibeş yıl önce yaptıklarına dair... sürdüler savcıyı... o zaman zarar ziyan sıralamasındaki yer belirleyici olamaz...

paylaşım arenasında zamanında 'pay'lanmışlar, 'pay'larının 'başkaları'na aktarılmasına itirazlanıyorlar... o yüzden gitmeliler...

o kadar ölüme ve acıya rağmen 'ağıt'lar kalıcı olmadı bu ülkede... ne sürülmüş olmanın, toprağından, komşularından, doğduğun, kökleştiğini sandığın ülkenden ayrılmanın hüznü yansıdı şarkılara rembetiko -neşe veren çalgılarına ve ritmine rağmen kulak nasıl da duyar notalara sinmiş gözyaşlarını- gibi, ne tutkulu aşkların sürdürülemezliği karşısında yaşanan ayrılık ya da reddedilişlerin sert ama akan ritimler yarattığı tango gibi, ne de evladını, sevdiğini beklerken okyanus kıyısında 'can alan' denize dualar ederken ağızlardan süzülen fado gibi... ne de kan ve hayat' karışımını yaşamak, direnmek, mücadele etmek adına haykıran, sosa, jara gibi insanlar... ne de ülkesi ikiye ayrıldığında 'ülkem ayrıyken şarkı söyleyemem' diyen feirouz gibi insanlar... oldu bu ülkede... hayatın gerçek, özritmi dışına bilinçli bir çıkıştı bu ülkenin şarkıları...

işte o yüzden, kaybeden sadece ağlar, çığlıklanır bu ülkede... çığlık, meşrulaşır o gibi an'larda... hayatın özritmini balyozlayanlara çığlık atılamaz, ağızlar kapatılır...

bu anlamda kulaklarımdan silinmeyen tek bir haykırış var yarısını aşmış yaşamımda, zırhlı hapishane aracına bindirilip kapılar kapanıp hareket ettiğinde, arkasından 'benim evladım bişey yapmadı, o daha çocuk' diyen manisalı annenin sesi...
.
.
.
oysa ki mart, oysa ki sıcak güneş, oysa ki dallar çiçekli bugün...

Cuma, Mart 14, 2008

. . .



kimi z a m a n ağır basar




Cumartesi, Mart 08, 2008







uzak dur! Sokrat'a baldıran zehirini uzatan kanlı çocuk...


ruhu tırnaklayıp acıtan nasıl bir gerçektir bu?

ben de siz kadar 'ben' idim

ben kadar 'siz' idim:

etimin içine sığınmış bir ruh'um





zehri uzatan kanlı çocuk!

doğan güneşin altındaki parlak teninle fethederken dünyayı,
ruhuna söz geçirmez kanlı nefesinle...
bilmez misin ki gece karanlığı soğuk


ve soğuk titretirken bedenini, fetihlerin anılmayacak bile...


tanrının laneti, ama şeytanın nimeti içinde boğulmuşken, nedir aldığın nefes?


et, kemikten limelenirken toprakta

bilirsin ki

çığlıklanacak ruh, dua edercesine





Cuma, Şubat 29, 2008



herşey bir düşünceden ibaretti....


bedenime girdi sözlerin, tanımaz etmezdim,
'hep yanımda ol, ... ' kalbinin yaydığı sıcağa kal,
üç vakit bile ömürce olabilirdi seninle,
bu ne telaştır,
futbol oynayan çocukların arasına bomba geldi yahudi kentinden, duvarları aşıp, yirmiyedisi gömüldü,
sırp kenti silaha kalktı yine, yaktı yıktı, pek bir bildikliğiyle, anarcasına eski'sini,
sapır sapır dökülüyor ülkemde yaşayan çocuklar, daha yirmisini bile görmemiş, yarin yanağına öpücük kondurmamış,
'modern' görünümlü kadın resimlerini topluyor plazalardaki memure, sadece forward'layabilme erk'ine sahip hayatınca, o, bu, şu'da eklemeler yapıyor, 'modern' olmayan kadın resimlerini...
korku salıcılar!
neredeydiniz? bunca 'ölüm'lerde...
manisa'daki 12 yaşlarındaki çocuklar konulurken zırhlı araca, annesinin bağırışını niye forwardlamadınız? forward tuşu olmadığındandır.
gücü olmayanın, 'hayata tek bir nefes veremeyenin' tepkiselliğinin aldığı görünümün acınasılığı...
acınası...
yemen'den resim...
nasıl da dimdik!
ve çekingen tavrı ellerinde,
bakışlarıyla bakanı, başkalarına göstermek adına görüntüleyeni iteleyen gözleri...
sımsıkı sağlamlığıyla yüzündeki her çizginin bıraktıklarında....

Cumartesi, Şubat 02, 2008

yüzleş(eme)me









hey Haneke!
amy'i dinle... kendi, dünyayla bağlantı cümlelerini p.m.'den oku, tuvalette dizine koyduğun ekranında... kendi dünyanla bağlantı cümlelerini tut'ma... bırak gitsin, arşivlerde geri dönme şansın var olduğu sürece... arşivler sadece yanabilir, ama birileri bir yerlerde mutlaka tutmuştur, iki görüntüyü, kaset çalarlar kalmasa bile sakla dinlediklerini... oysa hayat, hayat'ın tutulmuyor... gidiyor... nasıl hissettin Beny'i? anne ve babası seninkiler miydi?
ulaştığın yerde, dahasını isterken, eldekilerini nasıl da korursun... eldekilerin... iki-üç vietnam meşesinden vietnamlı ellerin rendelediği mobilyaların... dükkanlara daha büyük ekranlarını gördüğünde takılan gözlerin... o sırada Congo'dan haberleri sunuyorsa ara-haber bülteni, hangisine bakıyorsun?
aslında hiç olmamış, hep koruduğunu sandığınla yüzleşeyazdığında birikimlerini düşün... vardır Congo'da bir tatil mekanı... tehlikeli olsa da git, kurtarır mutlaka avusturya konsolosluğu...
formaldehit gazların yayıldığı kasabada seyirciyken, içini dağlardı seyirciliğin... artık bakmıyorsun resimlere... elma iki parça değil, artığı kalırsa eğer uzatırsın... uzatır mısın?