Salı, Ocak 25, 2005

bir olmaya dair



İmparatorluk döneminde, İstanbul’da, külhanbeyleri aslında evsiz, barksız, yoksul, işsiz kimselermiş. Mahallelinin yol ızgaralarını açarlar, küfelerini taşırlar, bunların karşılığında da üç-beş kuruş ve yiyecek alırlarmış. Hamamlarda yakılan odunların küllerinin atıldığı, hamamların arkasındaki küçük odalarda yaşadıkları için külhanbeyi derlermiş bu insanlara. Sanırım birbirlerini kolladıkları, arka çıktıkları, sürekli bir arada yaşadıkları için aralarındaki bağ gittikçe kuvvetlenmiş. Aralarına biri katılmak istediğinde bir tören yaparlarmış:

Külhanbeylerinden biri ile yeni katılan erkek, diğerleri onları çevrelerken ortaya çıkar, ayakta dururlar, üzerlerindekileri çıkarırlarmış. İki kişinin giyebileceği büyüklükte beyaz bir gömleğin bir koluna biri, diğer koluna da bir diğeri kollarını geçirirlermiş. Aynı gömlekte…
bir olmaya dair, bir hikayedir.
Buna benzer bir duruş ip cambazlarında da var. Gergin ip’in üzerinde iki ayrı yaşamın birbirlerinin gözlerine bakarak var olmayı sürdürmeleri… hareketlerin uyumu için yoğun hazırlıklara rağmen, ölümcül bir hata, bakışın bir anlığına kaçışı,
iki cambazın ip üzerindeki hareketleri, bana tek bir bedenin ikiye ayrılarak yaptığı hareketler gibi gelir. Denge önemlidir. Ölümcüllüğü yaşamlılığa dönüştürmek için gereklidir. Aynı ip üzerinde…
bir olmaya dair, bir hikayedir, bu da

Pazartesi, Ocak 24, 2005

soğuk duvarlar

soğuk duvarlar
süngerden pis bir şilte
günler ve beden kokan battaniye
yabancı bir kent
yabancı insanlar
penceresi göğü görmeyen bir otel odası

Tüm bedeni ve tüm benliği saran sarmalayan ve ...

soyundu, yalnız evin yalnız odasında dizlerini böğrüne çektiğinde kokusunu duydu, kıvrımlarında ilerledi bedeninin, kendi kendini yakalayabildiğince gezindi parmakları tanışıklığa amaçla...
ıraksanmaya, tıraşlanmaya, ...

atıp gidiverselerdi, gelmemecesine, ama o otlaklara çıkması gerekirdi o zaman, yaşama yeri bellemeliydi oraları, akşam üstü sarı ile yeşilin birleştiği uçsuz bucaksızlıkta, arada yanan kızıl otların göğü delmeye çabalayan duman rengine ait olmayı istese de kıvrımlar onayını geri çekecekti,
bırakmamaya gebe bir düş, düş mü değil mi oyununa harcını katıverdi, bir sabah,

uyandığında değil,
onu çığlıklandırdıklarında

Perşembe, Ocak 20, 2005

iki'ye


Bize bu şehrin aşkın boyutlarına göre inşa edildiğini söylediler, sonra da gidip şehri ikiye böldüler, önce, bombalarını yağdırdılar cennetten, ardından bedenleri sınırladılar, görmek istemedikleri kendi korkularıydı, emerek büyüttüler korkuyu,

Bize sokaklarını açtılar, kendilerine gündüzleri, meydanları, denize inen caddeleri, pencereleri açıktı kendilerine, Bize atılmışların arasında mekanları sundular, geceleri verdiler, izinli,
Sokaklar beden kaynadı gündüzden izinsiz, isimlerini sakladılar, geceye ait isimler takındılar, çıplak bedenler duvar diplerinde sunuldu, kuytuluğun derinliğinde, gündüzdekiler geldiler ve döndüler gündüzlerine

korkularını gösterdiğimizde yüzlerine hınca gelmesinler diye kurban ettik bedenimizi
ağıtlara dönüşen çalgılar ufuklardan ayrıldı.

Yalnız kimleri sağ kimleri ölü bulacaklarını hiç bilemediler

Perşembe, Ocak 13, 2005

uzak kaldık bir süredir


bu yoldaki gibiyim.

altın rengi, günün batımına yakın yaydığı aydınlığın yeryüzündeki yansıması, çellolar eşlik ediyor olmalı,
iki taraf da karanlık, belirsizlik, yönelibilecek bir sunumu yok.

her inişlerin, çıkışları olduğunu hatırlatıyor. tek başınalığı, ve ilerideki yukarı yönlü yokuşun ilerisinin de belirsiz oluşunu,

umut yaşar, der ki böylesi bir altın renkliliğin ve çıkışın sonrasından korkulmamalı...

tek başınalığın huzuru doğar böylece, ve o anki rengi görebiliyor olmanın gölgesizliği, ...

Çarşamba, Ocak 12, 2005

düş'ün


kısırlık bedenimi acıtmaya başladı...

düşünü anımsadım, mavi odada, ışıltılı küçük kırık aynalı tavanındaki küçük gözlerin gözetlediği bedenin, bedenlerin, rüzgar salıntılı hareketlerini gördüm, sessizliğe bürülü iki gövdenin aynalı tavanın altında teke dönüşlerini, ancak hareketlendikten sonra aynı oluşlarını.

Tek oluşu anımsatan bir düş bu, yalnız yaşamışlıkların kurban edildiği mavi gecenin, mavi gündüzün, mavi ertesilerin, içinde arınmışlığın biriktirdiği iki tenin düşü.

Küçük kırıkların ayırdığı görüntüsüzlük yükseldiği anda, geriye kalan, soluğun bırakacağı titreme, parmakların dolandığı kıvrımlar, ayrılamayacaklığın sakinliği, bir iki içeri sızan ışığın hareketlendirdiği yıl izleri...

Salı, Ocak 11, 2005

selviler

kasabanın mezarlığı epey bir dışarıdaydı. yıllar geçtikçe kasaba büyüdü, gelenler fazlalaştı. mezarlığın yakınına evler ve dükkanlar açıldı. o zamanlar selvi ağaçları tektüktü. kasaba mezarlığa yakınlaştıkça kasabalılar selvi ağaçları diktiler. mezarlık duvarlarını yürüyenlerin göremeyeceği yükseğe yeniden ördüler. mezarlığın ölümlü olmayı hatırlatmasını engellemeye çalıştılar. ölümlü olmayı bilmek bu dünya ile birlikte öbür dünya için de çalışmaktı. ölümün kasvetini uzaklaştırdılar. selviler uzadıkça gerçeğin gizlendiğini düşündüler.

gerçeği selvilerle gizlemeye çalışsalar da, selviler herkese oranın mezarlık olduğunu hatırlatıp durdu.

kasabalar kentlere dönüştüğünde, yanlızlıkları gizlemek için perdeler örttüler: güneşlik niyetine amerikan bezleri, kalın tüller, kadifeden kalın perdeler. önceleri kornişler tek perdelikken, bu ikiye, sonraları da üçe çıktı. perde satan dükkanlar çoğaldı. perde diken kadın işçiler arandı atölyelerde.

akşam indiğinde, kenttekiler ışıklarını açmadan perdelerini kapadılar. görünmesinler, görmesinler diye... selviler perdelere benzedi...