Salı, Mayıs 01, 2012
Çukurcuma Sk, Brukner Apt, No 24
Salı, Mart 27, 2012
Pazartesi, Mart 26, 2012
başlıyor
yer: tangail, bangladeş
yaş: 17
ad: Hashi
günlük müşteri sayısı: 15-20
günlük kazanç: 800-1000 taka, (dolar cinsinden 9.75-12.19 $)
Pazar, Aralık 04, 2011
çok uzun zaman oldu yazmayalı....
Perşembe, Şubat 25, 2010
Pazartesi, Ağustos 31, 2009
sex kölesi
Çarşamba, Nisan 08, 2009
Cumartesi, Şubat 14, 2009
susanlar....
gözyaşları içinde....
daha ilk sayfayı bile bitiremeden bırakıyorum... kapatıyorum sayfaları...
Cumartesi, Ocak 31, 2009
insan masalla yaşamadan edemez ki...
ah Füsun, ah... elinde iki bavul dolusu yazıları olduğunu söylemiştin... gitmeye-yazdığında sana bıraktığını... ve on yıldır,
Pazar, Ocak 04, 2009
Perşembe, Ocak 01, 2009
Cuma, Kasım 14, 2008
Pazar, Kasım 09, 2008
Cumartesi, Kasım 08, 2008
Salı, Ekim 28, 2008
nefesi yasaklamak....
yanılsama bu yaşadığımız.... izin verilen alanların dışına çıkmaya çalıştığımızda,
ya da izin verilen alanlar içinde 'onların' erklerine kafa tuttuğumuzu sandığımızla ...
Perşembe, Eylül 11, 2008
masumiyet müzesi
masumiyet
masumiyetin yitişi/yitirilişi
masumluğa geri dönüş (yitirdikten sonra geri dönülemeyendir, O)
...
çocukluk anılarını hatırlamaya zorladığını farkettiğinde ardı ardına,
neler var orda?
anne vardır, baba vardır; baba, anneye göre çok uzaktadır...
kare sakızlardan çıkan 'artist' resimlerini toplardık, okula gitmiyordum daha, yıldırım mahallesinin o yeni yeni inşa edilen sokaklarında üst katı kapatılamamış terasında kartlarda çıkan şarkıcıların şarkılarını söyleme oyununu oynadığımı hatırlıyorum, okula gitmediğime göre 5 ya da 6 yaşındayım. beynim neden süzüp atmamış o an'ın kokusunu o denli yıl içinde... o terasın karanlığını ve odun kokusunu...
anadolu'nun doğu ucundaki o şehirde babam polis lokalini işletiyordu, gidip gazoz kapaklarını toplar, soğuk bahçeye bakan balkonda biriktirirdim, annem neden ses etmezdi, hatırlamıyorum, torbalar dolusu olmuştu, gazoz kapakları ile oyun oynayabileceğim birileri olur ise onlara bende ne kadar fazla gazoz kapağı olduğunu göstermek için biriktirmiş olmalıyım...
o balkona bakan pencerenin altındaydı uyuduğumuz yatak, soğuk bir şehirdi, kışları aynı odada yer, oturur, misafir ağırlar ve uyurduk. o balkon penceresi,
...
tepe ışığını açtı baba, gecenin bir vakti,
anne ile oğlu birlikte yatıyordu, yaş 7,
anne, içerek eve gelmiş babaya, akşam üzeri birilerinin onu aradığını söyledi,
baba bağırdı, kimse arayamaz beni,
artırdı gerginliğini baba, silahını çıkardı ve ateş etti.
yatan oğlu ve yatakta doğrularak oturan karısının hemen arkasındaki o balkon penceresinden çıkıp gitti kurşun, pencere parçalanmadı, tek bir kurşun deliği...
taşınana kadar yeni cam taktırılmadı, hep hatırlatmak için durdu orda,
yatağın üzerine çıkıp o delikten bakmaya çalışırdım, gözlerimi birer birer yumarak...
o evin dıştandı merdivenleri, ikinci katta otururduk. iri yarıydı ve merdiven çıkarken ayak ön uçlarını merdivene sürterek çıkardı,
o sesleri duyduğum anda yatağa fırlayıp, yorganın altına girip uyur taklidi yapardım.
evlerde deve tabanı denen çiçekler olurdu, dallanır dallanır büyürlerdi, ya da kauçuk denen ev bitkileri, düz dursunlar diye dikilen bir sopanın ucuna içi boş yumurtalar konurdu, neden... hala bilmem... yan daire komşu çocuğunun o yumurtaları gördükten sonra annesine gidip bizim evde saksıda yumurta yetiştirdiğimizi söylediğini de unutmuyorum, belki 3, belki 4 yaşında...
o doğu ilinden, dedemin en batıdaki iline giderdik yataklı vagon’da. darbe öncesi yılların hızında birbuçuk-iki gün sürerdi (o doğu iline gazeteler bir-iki gün sonra gelirdi). tren yolculuklarının o mistik havasını hatırlamaya çalışıyorum, o çocuk halinde saatlerce ne yaptığımı, gördüklerimi, hareket eden dağların-tepelerin-ovaların, gecenin, gündüzün, yıldızların –şu an seyrinin vermiş olduğu anlamların o zaman da olup olamadığını hatırlamaya çalışıyorum- .... muş’ta simit aldığımızı pencereden uzanıp, evde kızartılan köfteleleri parçalayı simit ile yiyişimizi, çok iri zeytini vardı muş’un, tatsızdı, tatvan’dan feribot’a geçişimizi, japon bir turist’e hello deyişimi, ne utanmışım, hala hatırımda, istasyonlardan birinde o kırmızı kazağı giyen... giyeni... bir başkasına benzeme, büyüme isteğini....
ara metin: -
bunları yazma nedenim şu: o nobel’i almış olan, altı yıl yaşadığım, “yürüdüğünde hangi tahtasından nasıl bir ses çıktığını bildiğim’ evi satın almış ve orayı masumyet müzesine çevirecekmiş. yıllar önce duyduğum bir haberdi: brukner apartmanı, kat 2. kat 1, zehra teyzenin’di.... (2005 aralık blog postlarından birindeki karakter) kitabını çıkardı, masamın üzerinde, pembe bir üstü açığın içinde beş kişi, ... benimbenimbenim masum’lukla yaşadığım son yere masumiyet müzesi kurulması....
kimdir bu dalgayı geçen?
yıllar içinde unutmaya çalıştıkların fazlalaştığında daha mı unutulmaz oluyorlar bunlar, akıl hemen bunlara mı yöneliyor...
Cumartesi, Temmuz 12, 2008
Ankara yolculuklarından birinde onüç ara öykülü, bir bütün metinli masal kitabını hediye etmişti S. Okumaya değil bitirmeye kıyamadı o kitabı. Ondört yıldır hala bitmedi.
Öldüğünü duyduğunda, tavan sıvaları rutubetten ara ara düştüğü, kırık camından kışları kar tanelerinin içeri sızdığı, yer tahtalarının hangi noktasına basarsa nasıl bir ses çıkacağını bildiği o evinde biryerlerden bulup çerçeve içine aldığı mavi tonlu yüz resminin önüne bir mum yakıp karanlıkta duvarlara sarılarak ağladığını hatırladı. Yıllar sonrasında evinin bahçesindeki havuza giderken eline kitap raflarından geçirdiği o ilk tanışma kitabını alıp da güneşlenirken gerilere döndü.
... yazmak istedi ...
... evine döndü, klavyesini açtı ....
Teknenin yanaştığı kıyının yanında sahilden merdivenlerle çıkılan kahvehanelere rastladı. Kahvehanelerin arkasındaki sokaktaki taksi durağını gördü. Bekledi. Bir taksi şoförünün 'bir yere mi gidecektin ağabi?' demesini bekledi. Dolandı. Çay içti. Ayaklarını uzattı. O'nun geçtiği yerler, O'nun konuştuğu, selamladığı, cümlelerine aldığı insanları görüyormuşçasına sevindi.
O'nu bir daha 'hiç' görmeyecek olmanın acı'sını saklarcasına... peşinden gitti.
Cuma, Mayıs 16, 2008
rad, 11. ayet (gökgürültüsü)
Perşembe, Mayıs 08, 2008
anılar topla, yaşadığın sürece...
anılar toplayın, yaşadığınız sürece...
Cumartesi, Nisan 26, 2008
"le paradis, l'enfer, le purgatoire"
in existence, in patience
my heart watches, my heart wilts
a shadow follows the former me
in patience, in existence
i lost myself while searching
i once was, i am still
i was not
i am no more
i lost myself while searching
in wanderings, in dreams
night kills me,, day brings me back
day is lost, life grows short
in dreams, in wanderings
in hope, in waiting,
i dream of life, yet live in dreams
i hide my heart, i blame my heart
of living no more, of dreaming still
in waiting, in hope
Pazar, Nisan 13, 2008
bir küçücük aslancık...
Pazar, Nisan 06, 2008
'düşman neslini rehabilite etme'
1978 doğumlu Maria, 2001'de, DNA testiyle kaçırıldığını belirledi. Solcu anne-babası hapiste ölen Maria'nın annesi yakalandığında altı aylık hamileydi.
BUENOS AIRES - Arjantin tarihine 'kirli savaş' olarak geçen 1976-1983'teki askeri diktatörlük döneminde solcu siyasi tutukluların kaçırılıp yasadışı evlat edinilen bebekleri intikam alıyor. 'Kayıplar' olarak anılan 30 bin esirin gizli işkence merkezlerinde doğurdukları yaklaşık 500 bebekten biri olan Maria Eugenia Sampallo Barragan, sahte ailesine açtığı davaya kazanıp bir ilke imza attı. Kayıpların çocuklarıyla ilgili açılan ilk davada, Sampallo'yu yasa dışı yollarla evlat edinerek büyüten 60 yaşındaki sahte anne Maria Cristina Gomez Pinto'ya sekiz yıl, 65 yaşındaki eski kocası Osvaldo Rivas'e yedi yıl, bebeği çifte teslim eden emekli subay Enrique Jose Berthier'e 10 yıl hapis cezası kesildi. Mahkeme Sampallo'ya 'Eugenia Violeta Rivas' sahte adıyla düzenlenmiş kimliği de iptal etti. İnsan hakları örgütlerine göre kirli savaş sırasında tutukluların gizli merkezlerde dünyaya getirdikleri 500 kadar bebeği 'düşman neslini rehabilite etme' adına asker aileleri ya da yakınlarına yasa dışı yollarla verilmişti.
'Büyükanneler' yardım etti 1978'de doğduğu tespit edilen Sampallo'nun intikam süreci ise 2001'de başladı. Sampallo'nun babası Leonardo Ruben Sampallo ve annesi Mirta Mabel Barragan Aralık 1977'de solcu muhalif oldukları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Mirta tutuklandığında kızına altı aylık hamileydi. Maria Sampallo, 1977'de kurulduğu günden beri kayıplara ait çocukların yüzde 88'nin gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan sivil örgüt Plaza de Mayo Büyükanneleri'nin yardımıyla gerçeklere ulaştı. Ailesi hapiste öldüğünde Berthier, bebeği Pinto ve Rivas çiftine vermişti. Sampallo 2001'de DNA testi yaptırarak kendi değimiyle Pinto ve Rivas'ın gerçek ailesi değil 'kendisini kaçıranlar' ve 'hayatını çalanlar' olduğunu kesinleştirdi. Ardından sahte aileye 25 yıl hapis istemiyle dava açtı ve amacına ulaştı. "Bunlar benim ailem değil, onlar beni kaçıranlar, beni onlara bağlayan duygusal bağ yok" diyen Sampallo, elindeki fotoğraftaki biyolojik ailesini gösterip ekledi:
'Beni aldattılar, aşağıladılar...' "Benim ailem bunlar. Resmi bir bir evlatlık sözkonusu değil. Bu insanlar sahte doğum tarihi, yeri ve belgeyle beni kendi kızları gibi kaydettirdi. Kendi kendinize sorunuz; kaçırılmış bir bebeğe sürekli kendi kökleri hakkında yalan söylenmiş, her gün kötü davranılmış, aşağılanmış ve aldatılmış olsun. Bütün bunları yapan kişi sevgiyi bilebilir ve hissedebilir mi? Ben derim ki, hayır." Hapiste doğan bebeklerden olup 2003'de kendi gerçek kimliğini öğrenen milletvekili Victoria Donda da kararı "Umarım her bir mahkumiyet kararı gerçeğin inşasına yönelik bir adım olur" diyerek alkışladı.
Perşembe, Nisan 03, 2008
öyle işte...
baya bir önceydi...
kahraman ünvanı alan bir kente sürülmüştük... siyasi görüşünden dolayı sürülen binler/onbinler/yüzbinlercesinden değildi babam... nöbet gününde zuladan amonyak ikramıydı çocukluğumun kentinden, ganita'nın yan tarafında o deniz kenarından, yukarıdaki okulun penceresinden sallanan ellere bakarak gözyaşlarıyla kopmama neden olan... tüm sevgilerim orada kalmıştı....
temel ideoloji belliydi benim için: sorgusuzluk.
doğdugum yıl muhtıra verilmiş
bir, iki yaşındayken üç genç asılmış -otuz küsür yıl sonra tivide dizisini yaptılar, söylenenlere göre baya ağlayan olmuş, -hiç girmeyelim o gözyaşlarına, duygu sellerinde dolananlara- erdal için de yaparlar mı acaba, -hani kemik yaşının onsekizi geçtiği söylenen erdal, o raporu veren adli tıp görevlisi yaşıyor mudur acaba, ya da nasıl içselleştirmiştir o imzasını, düşünsenize, bir imza atıyorsun ve bir çocuk öldürülüyor- o zaman da haberdar olunur mu kara tarihten, bu arada erdal'ı asan adam dün itibariyle marmaris dolaylarında bir okulu gezmiş, sekiz yaşında kravatı açık bir çocuğu eşeğe, kravatını da yularına benzetmiş,-
'bir faşist karşısında faşist olmak istemek' diye bir duygu tanımı var mıdır ki?
altısını biraz geçtiğimde yollarda geleceğini korumak adına yürüyenlere ateş açılmış, yaşadığım kentin meydanından, yıllarca vakit gecirdiğim, yaşadığım, seyrettiğim meydanından...
saat altıda açılan tivi'deki yirmi dakikalık çizgi filmlerden sonraki haber bültenlerinde o günün taranan kahvehaneleri, bombalamaları, ölenlerin adları soyadları yaşları okunurdu... nefes aldığın hayatta, ...
sonra o adam geldi işte, tanklar heryerdeydi... durmadan konuşurdu... resimleri heryerdeydi...
tanıdığım ilk katil....
... dokuz yaşındayken 'artık insanların ölmeyeceği' söylendiğinde bir çocuğa, sevinir haliyle, ben de sevinmiş olduğumu hatırlıyorum, van'ın hükümet konağındaki konuşmalarından birine gittiğimi de...
işte o sürüldüğümüz kentte, 'dışarıdan gelen' olarak biz üç kişiye, ki gençlik de var ser'de... edebiyat ödevi olarak necip fazıl'ın analizi'ni vermişlerdi, kemal'e... almanca derslerinde kaytan bıyıklı biri 'çırpınırdı karadeniz, akan ... ' -unutmuşum devamını- marş'ını söyletirdi dersinde, o yüzden bilmem almancayı... hatta yağmurlu bir gün, bir önceki akşam okul çıkışında aynı yönde evleri olan biz üç erkek ve üç kız yolda yürürken müdür muavini görmüştü, işte o yağmurlu gün, bir üst'üne yetiştirmiş, müdür de girmişti sınıfa, elinde elli santimlik kalın cetvellerden... teker teker adımızı söylüyordu, kafamıza ellerimize vurarak... 'bundan sonra doğru evlere gidilecek değil mi, nazan', 'bundan sonra doğru evlere gidilecek değil mi, korkut', diye... o kent de aynı dinden olup da, farklı mezheplerden olanların birbirini kıtır doğradığı kentlerden biriydi... insanların yüzlerinde 'nefretin' ne olabileceğini okumayı öğrenmek...
o korkulu geceler ve günler herkesteydi, üniversitede altıgen kantine, üzerimize molotof ve kurşunları attıktan sonra kaçıştığımızda, ilk olarak babamı aramıştım, 'sen de karıştın mı olaylara'ydı ilk sorusu...
yıllar içinde ülkenin karış karış satıldığına tanık olduk, kanuni hırsızlıklarla itidar olanlara, iç savaştan ganimet toplayanlara, ...
bu ülkede kent sermayesi kırsaldan gelenleri istemediği için darbe yapıldı
bu ülkede kent sermayesi emek kesiminin güçlenişi kendi aleyhine döndüğü anda darbe yapıldı
bu ülkede kent sermayesi kendini muafazakar diye tanımlayan sermaye güçlenmeye başladığında ...
ülkemde hiç bir zaman ayrıksı/aykırı düşünenlere 'iyi bakılmadı', o kahraman ünvanını alan kentte lise sıralarında otururken bilmem nerede sırasına Ş (orak'a ve çekiç'e benziyor diye) harfini çiziktirdi diye 'alıkonan' yaşdaşımızı okuduğumuzda da, denizlide bir vergi memurunun çekmecesinde lennon'un imagine'inin türkçe tercümesi bulunduğunda soruşturma açıldığını duyduğumuzda da, öğretmenleri gitmesi diye gösteri yapan ortaokul kızlarının toplandığını gördüğümüzde de, bir de manisalı çocuklar var, o manisalı çocuklar...
hiç bir kimse, hiç bir grup, hiç bir iktidar şu ana kadar yapılanların daha ötesinde bir şey yapabilir mi ki?....
Cuma, Mart 21, 2008
Pazar, Mart 16, 2008
pazar pazar
paylaşım arenasında zamanında 'pay'lanmışlar, 'pay'larının 'başkaları'na aktarılmasına itirazlanıyorlar... o yüzden gitmeliler...
o kadar ölüme ve acıya rağmen 'ağıt'lar kalıcı olmadı bu ülkede... ne sürülmüş olmanın, toprağından, komşularından, doğduğun, kökleştiğini sandığın ülkenden ayrılmanın hüznü yansıdı şarkılara rembetiko -neşe veren çalgılarına ve ritmine rağmen kulak nasıl da duyar notalara sinmiş gözyaşlarını- gibi, ne tutkulu aşkların sürdürülemezliği karşısında yaşanan ayrılık ya da reddedilişlerin sert ama akan ritimler yarattığı tango gibi, ne de evladını, sevdiğini beklerken okyanus kıyısında 'can alan' denize dualar ederken ağızlardan süzülen fado gibi... ne de kan ve hayat' karışımını yaşamak, direnmek, mücadele etmek adına haykıran, sosa, jara gibi insanlar... ne de ülkesi ikiye ayrıldığında 'ülkem ayrıyken şarkı söyleyemem' diyen feirouz gibi insanlar... oldu bu ülkede... hayatın gerçek, özritmi dışına bilinçli bir çıkıştı bu ülkenin şarkıları...
işte o yüzden, kaybeden sadece ağlar, çığlıklanır bu ülkede... çığlık, meşrulaşır o gibi an'larda... hayatın özritmini balyozlayanlara çığlık atılamaz, ağızlar kapatılır...
Cuma, Mart 14, 2008
Cumartesi, Mart 08, 2008
Cuma, Şubat 29, 2008
herşey bir düşünceden ibaretti....
Cumartesi, Şubat 02, 2008
yüzleş(eme)me
Perşembe, Kasım 22, 2007
yitip gitmekti, yitmeye dairdi, son yazılar...
Çarşamba, Kasım 21, 2007
kadın erkeğini buldu
kasıklarını dağlatabildiği sürece orada kaldı
-modern kadın ise güç savaşımına girdi, "aynıyız, eşitiz... safsata..." anlamsızdı bu-
ne zaman ki döşüne gireni tutamayacağını anladı... kadın döş'ünden çıkana tapındı,
kadın kendi erkeğini çıkardığında döşünden, döşüne dolanandan eksiklendiyse, güç bildi, erk bildi çıkardığını...
rakip bildi döşünden çıkardığının döşleyeceği yeri.... o yeri kendisinin bulmasını gelenekleştirdi... gücünden az olanı yeğledi, yeğlettirdi...
kazanırdı bu savaşı... aksine ise itirazlandı... döşünden uzaklaşana, döşünden çıkardığını da ekleyemezdi...
kadın kendi kadınını çıkardığında döşünden, itirazlandı.... kendine benzeyene nefretlendi... kendine güçsüzlüğü ile bezettiğinde kendine acınasılığını ona yansıttı.... ya da acınasılığını kendi yüzüne aynalıyordu.... kendinden güzellendiğinde ise kıskandı için için...
erkek kadınını bulmadı, hiç bir zaman
erkek hep dölünü bıraktığında oradan kalkıp gitmek istedi.
-modern erkek ise orda kalma zorunluluğunu hissederek kalma nedenlerini güçlendirdi... anlamsızdı bu-, döllendirdiği hep orda kalmak isterken ve döşünden çıkardıklarına güvencelik isterken... kendisi, kendisini aradı döşlediklerinde...
ah sukurov, ahhhh!
güç... idiyse... takiplendirdi... gücünü yitirttirdiyse dışlandırdı....
hele de güçten kesiliverdiğinde... kendi ellerini oğlunda gördü... uzaklaştırdı kendini...
oğul anasıylaydı... gücünü kendine ispatlamaya çalışan baba döşlemeye gittiğinde, oğul nefretlendi... annesini korumaya adadı kendini... babası olmalıyken bu... düşüncesiyle...
erk, erkinin sürekliliğini aradı durdu,
kadın ise hep erki taradı, yanında kılmaya çabaladı, yitirdiğinde erk, erkini, başka erk'lere dolandı...
sukurov'un filminde, oğul'un annesini kollarında taşıyışı, başını okşayışı, diğer filminde baba'nın oğluna sarılışı, oğul'un babası'nı koklayışı....
. . .
Pazar, Eylül 23, 2007
inatlaşma
o ülkenin kurucusunun ilke ve devrimleri..
.. elden gidiyor diyerek "hayat"ları ortadan kaldırmaya yemin etmiş adam'dı, "öncelikli olan toplumdur, birey değil" ya da "mülkiyet, öldürücüdür" diyen insanlara karşı "yaratan ile yaradılan arasındaki ilişkiyi siyasallaştıranları" öne çıkaran,
bir diğeri yemeğe doymayan hırsıyla tomtopak hale gelen ellerini, zorla, başının üzerinde (güya sağ'ı da sol'u da bünyemizde birleştiriyoruz anlamını çıkartmaya ıkınarak) birleştirmeye çalıştıran adam'dı, en fazla din adamı ve kadını yetiştiren okulları açan,
bir diğeri, bir zamanlar "elemanı" olan bu adamın kendisinden fazla yiyiyor olmasına içerleyip onun koltuğuna tekrar tekrar oturma hırsıyla "muhafazakar" yalancı kimliğini bastıra bastıra vurgulayan adam ile en tepe'ye, en tepe'ye, bu da yetmez daha tepe'ye yönelmesi sonrasında yerine geçen kadın'dı, ilk adamın kart-kurtlayarak iğdiş ettiği ötekilere, ikinci adamın savaş ilan ettiği ötekilere, bir de iç nefret yaratarak ötekilerin yaşadıkları yerleri terörize etmek üzere dini alet edenleri destekleyen,
Cumartesi, Eylül 15, 2007
suçlu olan şunu dedi: - neydi o zaman oturup da çağırdığın, ne kadar güçlü kıldın ki?
- yücelttiğinle, asıl olan arasındaki farkların gerçekliğine mi ayırttın?
- arkaladığının gerçeğini mi gördün de, yıpranmış rüzgar gibi esmektesin...
- hınç ile...
- söyle, ey divan'a buyur edilen...
Pazartesi, Eylül 10, 2007
Salı, Eylül 04, 2007
Pazar, Eylül 02, 2007
. . .
Peki sır nedir? Allah bir dir.
Güneş ışığı kırılır evin penceresinden girerken
Tıpkı üzüm salkımlarındaki çeşitlilik gibi.
Ama üzüm suyu gibi değil.
Çünkü Allahı'ın nurunda yaşayanlar için nefsin ölümü bir lütuftur.
O ölümü tadan nefs için, ne iyi söyleyin ne de kötü.
Çünkü o artık iyiliğin ve kötülüğün ötesine geçmiştir...
Cumartesi, Eylül 01, 2007
kururcasına....
inandığı, inancını sürdürdüğü, eksiltmediği, inancına yönelik karşı/başka inançlıların saldırılarına göğüs gerdiği sürece yaşayabileceğini, nefes-
varlık
-lerine değer katabileceğini farkettiğinden bu yana, insan,
"tanrı'ların 4 ayak 4 elli 2 başlı tuaf görüntüdeki insanoğlunu ikiye ayırıp, göbek deliklerinden bağladıkları günden beri kendi diğer tarafını araması" hikayesine eş duygularla dolandığını, dudaklarda solukların, bedenlerinde dünyaların çoğaldığını, ikili tapınaklarında yeryüzünün aynaları olduğunu kendinin ve diğer kendinin, farkettiğinden bu yana, insan,
bedeninden çıkardığına duyduğu bitişsiz, eksiksiz, çoğalan sevgisinde yürüyebildiğini, sarmaladığı, koruduğu, çevrelediği, yücelttiği 'yavrusuna' her baktığında hayatla arasındaki soruların ortadan yok olduğunu farkettiğinden bu yana, insan,
yittikçe/yitirdikçe kuruyorsun...
hane'ye ölüm haberleri geldiğinde, dökülen sıvalar, yıkılan duvarlar... iflah olabilir mi o ev bir daha... ilk tanıdığım sebahat teyze'ydi, çocuktum, kazaya ramak kala kamyondan atlayarak ölen oğluna 'bir daha hiç sarılamayacağını' bilerek nefes almayı sürdürdü, anlattığında ağladı, anlatmadığında ağladı, andığında ağladı, hep andı...
ülkenin haber bültenleri ağlayan, yırtınan, içini parça parça dağlayan anne, baba, eş, kardeş'lerin görüntülerini verir oldu, savaşı haklılaştırmak için, ama kimse sormadı, neden bu kadar uzun sürdüğünü, bu soruyu sordurmamak içindi tüm çaba,
sorulmadığı, sorgulanmadığı sürece erk'teki sürdürecekti erkini,
odakları çevirtti, yapayanlız dolaşılan toplu binalar inşa etttiler şehrin tüm göbeklerine, seyredilen 'o' görüntülerden insan olarak üzülen insanlar, üzüntülerini gidermek için ya yaratılan düşmana hınçlarını artırdılar ya da alışveriş merkezlerine koştular...
topluca yitme seanslarına girişlerde üst baş arıyorlar, yitmiş'in varlık muamelesi gördüğü kasa önlerinde kuyruklar oluştu nicedir...
Cuma, Ağustos 03, 2007
don't explain...
- dur'maktan farklı değil aslında 'har'içinde olmak da,
- kim bunlar?
- nasıl bir döngüdür bu?
- almaya ve edinmeye dayamaları her nefeslerini, sıkışmışlıklarının üre'lediği, dışkı'ladığı değil mi yoksa?
- ertelemeye alıştığında, hayallerini de unutmuyor musun, kısa bir an kısımı'nda hatıra gelmesi için harcadığın vakit zaten yok'latmıyor mu?
- 'aynı'laşmak diye bir şey varmış hakikaten, 'tektipleşmek' içine giriverdiğinde kendiliğinden olagelenmiş zaten...
- mahkumiyet yeri ve biçimini kendin seçebiliyorsun en azından, daha "capable ve presentable" olduğunda...
- kendi dilinde konuş!
- ilkeler ve doğruluklardan bahsetme bana!
- belirginleşecek bir şey kalmadığında peki...?
- hayatta mı?... cepten yemeğe kalkıştığında, iyi tarafı da var bunun kötü tarafı da; biriktirebilmişsin, ne güzel... artık biriktiremeyeceksin, ne kötü...
- görebiliyor musun peki, ...?
- pembe, incilerle dolu, elbiseler vaad edilmiyor aslında, isteyen, kendini bilmeden, duruşunu, durabileceği ve duracağı yeri bilmeden isteyen bizleriz... hayır görüyorum tabi, o da yorgun geliyor, mutfakta bir iki kazala kol, yemekte de göz teması... sonrasında ikimiz de aynı yere bakıyoruz...
- huzur'u yeniden tanımlama zorunluluğuyla tanımladığında bitmişşin işte!
- yitiyorsun be güzelim, yitiyorsun...
Pazar, Haziran 24, 2007
pazar pazar...
hava sıcak
istanbul'un merkezine bakan sokaklarından birindeki evime giderken, sokağın evlerinde afrikalılar oturuyorlar, bir sürü afrikalı
hikayelerini bilmiyorum
geçici ikamet yeri midir burası, göçecekleri ülkeye henüz göçemedikleri için bir süreliğine mi burdalar, çünkü izin vermiyor devlet'im göçmenlere, pazar sabahında, sıcağın dolduğu açık pencerelerinden gelen afrika ezgileri, durdum, yine, bağıra bağıra şehre şarkılarını söylerken,
yıllar yıllar önce de kadıköy sokaklarında tek tek dolanırken bir akşam üzeri eski bir evin açık pencerelerinden sokağa çıkan piyano seslerini duyduğumda da durmuştum,
pek çok şeyi unutur hafıza, yüzlerellersokaklar, neden unutmaz bazılarını...
sokağın başında o adam, zenci/afrikalı, yirmidört saat orda hep aynı yerde hep aynı yöne bakıyor, uyuşturucu kullanıyor, yirmidört saat,
son haftadır elinde bir tavşan var,pembe bir tavşan
oyuncak bir tavşan
ayakta göğe bakarken saatlerce elinde göğsüne yakın tuttuğu pembe tavşan,
arkası açık kamyonete çıkmış, kasaya sırtını vermiş, soförlüğün üzerine oturtmuş pembe oyuncak tavşanı seyrederken,
hikayesini bilmiyorum, ama bir hikayesi olduğunu biliyorum