Perşembe, Eylül 11, 2008

masumiyet müzesi

masum
masumiyet
masumiyetin yitişi/yitirilişi
masumluğa geri dönüş (yitirdikten sonra geri dönülemeyendir, O)

...

çocukluk anılarını hatırlamaya zorladığını farkettiğinde ardı ardına,
neler var orda?

anne vardır, baba vardır; baba, anneye göre çok uzaktadır...

kare sakızlardan çıkan 'artist' resimlerini toplardık, okula gitmiyordum daha, yıldırım mahallesinin o yeni yeni inşa edilen sokaklarında üst katı kapatılamamış terasında kartlarda çıkan şarkıcıların şarkılarını söyleme oyununu oynadığımı hatırlıyorum, okula gitmediğime göre 5 ya da 6 yaşındayım. beynim neden süzüp atmamış o an'ın kokusunu o denli yıl içinde... o terasın karanlığını ve odun kokusunu...

anadolu'nun doğu ucundaki o şehirde babam polis lokalini işletiyordu, gidip gazoz kapaklarını toplar, soğuk bahçeye bakan balkonda biriktirirdim, annem neden ses etmezdi, hatırlamıyorum, torbalar dolusu olmuştu, gazoz kapakları ile oyun oynayabileceğim birileri olur ise onlara bende ne kadar fazla gazoz kapağı olduğunu göstermek için biriktirmiş olmalıyım...

o balkona bakan pencerenin altındaydı uyuduğumuz yatak, soğuk bir şehirdi, kışları aynı odada yer, oturur, misafir ağırlar ve uyurduk. o balkon penceresi,
...
tepe ışığını açtı baba, gecenin bir vakti,
anne ile oğlu birlikte yatıyordu, yaş 7,
anne, içerek eve gelmiş babaya, akşam üzeri birilerinin onu aradığını söyledi,
baba bağırdı, kimse arayamaz beni,
artırdı gerginliğini baba, silahını çıkardı ve ateş etti.
yatan oğlu ve yatakta doğrularak oturan karısının hemen arkasındaki o balkon penceresinden çıkıp gitti kurşun, pencere parçalanmadı, tek bir kurşun deliği...
taşınana kadar yeni cam taktırılmadı, hep hatırlatmak için durdu orda,

yatağın üzerine çıkıp o delikten bakmaya çalışırdım, gözlerimi birer birer yumarak...

o evin dıştandı merdivenleri, ikinci katta otururduk. iri yarıydı ve merdiven çıkarken ayak ön uçlarını merdivene sürterek çıkardı,
o sesleri duyduğum anda yatağa fırlayıp, yorganın altına girip uyur taklidi yapardım.




evlerde deve tabanı denen çiçekler olurdu, dallanır dallanır büyürlerdi, ya da kauçuk denen ev bitkileri, düz dursunlar diye dikilen bir sopanın ucuna içi boş yumurtalar konurdu, neden... hala bilmem... yan daire komşu çocuğunun o yumurtaları gördükten sonra annesine gidip bizim evde saksıda yumurta yetiştirdiğimizi söylediğini de unutmuyorum, belki 3, belki 4 yaşında...

o doğu ilinden, dedemin en batıdaki iline giderdik yataklı vagon’da. darbe öncesi yılların hızında birbuçuk-iki gün sürerdi (o doğu iline gazeteler bir-iki gün sonra gelirdi). tren yolculuklarının o mistik havasını hatırlamaya çalışıyorum, o çocuk halinde saatlerce ne yaptığımı, gördüklerimi, hareket eden dağların-tepelerin-ovaların, gecenin, gündüzün, yıldızların –şu an seyrinin vermiş olduğu anlamların o zaman da olup olamadığını hatırlamaya çalışıyorum- .... muş’ta simit aldığımızı pencereden uzanıp, evde kızartılan köfteleleri parçalayı simit ile yiyişimizi, çok iri zeytini vardı muş’un, tatsızdı, tatvan’dan feribot’a geçişimizi, japon bir turist’e hello deyişimi, ne utanmışım, hala hatırımda, istasyonlardan birinde o kırmızı kazağı giyen... giyeni... bir başkasına benzeme, büyüme isteğini....




ara metin: -
bunları yazma nedenim şu: o nobel’i almış olan, altı yıl yaşadığım, “yürüdüğünde hangi tahtasından nasıl bir ses çıktığını bildiğim’ evi satın almış ve orayı masumyet müzesine çevirecekmiş. yıllar önce duyduğum bir haberdi: brukner apartmanı, kat 2. kat 1, zehra teyzenin’di.... (2005 aralık blog postlarından birindeki karakter) kitabını çıkardı, masamın üzerinde, pembe bir üstü açığın içinde beş kişi, ... benimbenimbenim masum’lukla yaşadığım son yere masumiyet müzesi kurulması....

kimdir bu dalgayı geçen?











yıllar içinde unutmaya çalıştıkların fazlalaştığında daha mı unutulmaz oluyorlar bunlar, akıl hemen bunlara mı yöneliyor...