Cuma, Mart 30, 2007

başlangıcı geçmişin derinliklerinde kaybolan şehre iade-i ziyaret...


şehir yerle bir olmuştu.
ses de, ışık da, nefes de, tüm renkler de gitmişti... haber yoktu... ulaşılamıyordu hiç kimseye... can derdine düşenler bakınamıyorlardı bile can'lı kalanlara... toprak delinmiş, doğurduğu her şeyi içine çekmişti... sokaklar tersine dönmüştü...
şehrin dağlarına doğru yollandı sağ kalanlar... duvarları kalmayan evlerin yere dökülemeyen, kıvrımlanamayan perdeleri uçuşuyordu toz ve dumanların karıştığı yerde... yılların tüm hatıraları, incikler-boncuklar-biblolar- özenle tozları alınıp sakınılırken, oncası şehrin dibinden gelen suyun içinde batıyordu... dağlarda öbek ateşler görünebiliyordu yıkıntılardan, ard'a bile bakamayanların ateşleri, tek ışıktı... tüm fotoğraflar duvarların arasına sıkıştı...
...
ertesi günlerde yardıma gelinmişti. sahalara uçaklar iniyor, kutularca ilaç ve yiyecek atılıyordu gökten. hiç bir yere gidemeyecek olanlara barınaklar inşa ediliyordu, kumaşlardan... toprağın çekemediği bedenlere ulaşılmaya çalışılıyordu, eşelenerek toprak... kimse cümlelendiremiyordu hiç bir şeyi... toprağın yetinmediğini düşünenler korkuyorlardı, gözlerini kırptıklarında kalplerinin atışı bile sallantıyı benzeştirdiğinden uyuyamıyorlardı...
...
uzak ülkelerin, görüntü aktarıcıları akın etti şehre. kameralarla dolanıp, kaybedişin görüntülerini aktarıyorlardı kaybetmeyi bilmeyenlerin yaşadıkları şehirlerin alıcılarına... betonların ters döndüğü sokağa doluştukları, bir hikayeden diğerine hızla geçtikleri... bir anda, sokağın başında... 18li yaşlarında bir genç belirdi... sokak dondu... tüm görüntü alıcılar ona çevrildi... yüzü yere bakıyordu... yıkıntıların berisinde oturanlara yanaştı... sırtındaki çantasından, oturan sayısı kadar çorap çıkardı, kaç çocuksa çocuk, kaç büyükse büyük çorabı... hiç bir kameraya bakmadı... sokağa uzanarak, uçtu, gitti...
...

Perşembe, Mart 29, 2007

yağ satarım, bal satarım...


kaynakların transferine -bir taraftan alıp diğer tarafa vermeye- dayanan sistemde,

ses çıkarılmadığı sürece elindekini almaya,

ses çıkma ihtimali olanlarda ise ses kaynaklarını yok etmeye,

seslerini çıkaranların ise seslerini kısmaya,

dayanan sistemde...
ellerindekileri daha da artırmak istediklerinde y a d a ellerindeki azaldığında ellerinde bulunanları tekrar görmek istediklerinde...
70'li yıllarda gerek kamuda, gerekse sanayii'de biriken emeklilik fonlarına 80'lerde göz dikilmeye başlandı, Şikago Boğaları Şili'ye aktılar önce, pilot bölge misali, 'başarı' 90'larda diğerlerine de yöneltti...
"gelecek kaygısı" olmadan yaşanan hayatın, geleceğe ulaştığında kaygılara bürünmesi
resim, meksika'dan, devletin "yeni" emeklilik sistemi reformuna tepki verenlere saldırmaya hazırlar'a, şeker satan bir çocuk...

Çarşamba, Mart 28, 2007

Aynı suyun kenarına susamışlığa inmiş gibi...

dîvanım dîvaneliklerle dolu
diyordunuz, indim ağır ağır
dimdik merdiveninden zamanın,
bir ses verin bana, diledim,
bir başlangıç sesi verin dedim
ve dinledim: Bir tüy düşürün
kanadınızdan bu ülkeye, başka
ülkelere uçup gitsin ince usul
kurduğunuz nakış, dediydiniz,
bir tüy ki değdirsin şehirleri
birbirilerine, açsın sesleri
seslere bağlayan giz kilidini,
dağıtsın anlama bürünmüş tüm
anlamsızlıkları, sırrınız size
kalsın, sizde kalmasın sakın,
yaptığınız resimden artık sakının.

Kan kokusu, demiştiniz yüzünüz
yorgun hem dingin, işte bana verdiğiniz
son ses, son anahtar, son korkusuzluk;
söyledim ve hiçbir şey elde edemedim,
doğru; sustum ve kazandıklarımı
ayrı bir güneşe, ayrı bir geceye sakladım;
doğru: Benden kopan tüyün savrulduğu
ağır ağır çıktığım dimdik merdivenden
aşağı doğru. Yıkılacak bütün şehirler,
silinecek harflerim, parçalanacak taş
tabletlere kazılmış yüzüm, simsiyah
kalacak dîvane dîvanımın kâğıtları:
Kavruk, okunaksız, boşlukta şimdiden
külliyen külüm.

cevaben,


bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için.



yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça.

Düş de, gerçek de “kor”un içindeydi, zaten… hangi ‘kıyı’larda biteceğini ancak kestirerek çıkılan yolların içinde bazen ‘durarak’, bazen ‘çıplaklaşarak’, bazen ‘yine durarak’ –nefeslenmek üzere, fırtınanın karşısında yön yitimini önce idrak etmek ve sonra tekrar yerine yönlendirmek üzere-, ama sonunda ‘tek kıyılı’lıkta olunduğunun anlaşılmasıyla…

istediğim, denizi yazmak. zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini...

tarihlenmek ve soyunmak… tanıklanmak ve sözlendirmek… adına…

her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile...

rüzgar, kor’a değer, üzerinden eser, akar; değer ama yanmaz, eser ama yanmaz, akar ama yanmaz…
selam,
-----------------------------------------------------------------
Uzun bir güzergâhın anayolunu belirlemek çok zor olsa da: İoakim ve Andronikos'la (Uzun Sürmüş....), Bilge Karasu'nun 14.07.1995 de kaybıyla başlandığı açık bu bâb-lara.
Sesin kendini bulması sırasında, İsa'nın son günleri, Virgina'dan mektuplar gibi birkaç zayıf ses ünlemeye çalışmış "durak"ta. Gidilecek bir yön olduğunu bilerek "dur"arak.
"Giden"in -Belki de Filistin- ardından düşen tohum kendini uzun süre bekletmiş içerde kendini. Aylar sonra rayına girilecek ana-hat burdan harlanıyor olsa gerek. Schubert'e bir dip not.
Ana yol 24.12.2005 tarihli postla bulmuş gibi pusulasını. Sonrası, ondan sonrası, pusulanın çıldırtıcı yönlere uzandığı sonrasız bir kıyamet habercisi gibi.
Bunca uzun süre diye soruyorum kendi kendime, "kor"u bunca uzun sürmüş bir yangını elinde tutabilir mi insan? Dahası içine girip soyunabilir mi?
selam,

Salı, Mart 27, 2007

bir köşe yazısı üzerine...




...'li bir annenin işkencedeki oğlu için yazdığı şiiri okuyor. "Cesedini istiyorum Oğlum" diyor anne, "çünkü ancak o zaman emin olacağım acılarının bittiğine."






kısa bir "kendini yerine koyup, hissetmeye çalışma" anını bile "itelemeye, ötelemeye" çalışırken, bizler... o kısacık an' bile dayanılmaz oluyorken...


zamanla körleşmeye çalıştığımızı farkettiğimizde, bizler, sıradanlaştırdığımızda artık, körleşmişizdir artık...






"insanın içini karartan", "karamsar" gibi sıfatlara maruz kalmak...
"gerzek polly anna"vari sırt okşamalara, "diğer taraftan bakmak" yönteminin işe yaradığı "inancına" sahiplerin pembe-beyaz öğütlerine, kısmi hisseden-kısmi düşünen-kısmi algılayan-kısmi anlamlandırabilen'lerin aslında görmeye-bilmeye korkar halde -oysa ki ne de meraklıdırlar- her an "kaçmaya" hazır tavırlarına...
maruz kalmak...
oysa ki, tanıklıktır
tanık olmaktır
hayat, aslında aynalardan geçmek, değil midir?
bir tirad. "...
kaldırın tüm aynaları
kaldırın gerçeğine bulaşamamış tüm suratlarınızı
acıların bile yaşanırlılığına karşı duvarladığınız korunaklılığınızı
ne kadar da oynak aslında zemininiz... cam fanuslar tokuştuğunda kırılacaklar, farkındasınız.
ey,
ezikliğini de, eksikliğini de dillendirmeye korkan, dillendirenden kaçan...
en son ne zaman baktın, duvarındaki aynana...?"

Pazar, Mart 25, 2007

toprak, emse de kanı,
ellere siner, yüreğe iner,
ırak

Cuma, Mart 16, 2007

puslu manzaralar...


doğmak
doğduğunda ağlamak
korunaklılığının bildikliğiyle annenin kalp atışlarını hissetmeye devam etmek
güvenceliliğini hissetmediğin anda çırpınmak
sonra
sonra
emeklemek
sonra
yürümek
sonra arkadaş edinmek
sonra
annenle birlikte pencere önüne dayalı sedirde babanı beklemek
sonra
olmasını istediğin ama olmayanlarla tanışmak
sonra
sonra büyümeye başlamak
karşı çıkmak
karşı çıktığında ne olacağını öğrenmek: yani düzene girmek
sıraya geçmek-sırayı bozmadan sıraları bozmaman gerektiğinin öğretildiği tahta sıralara geçmek-düzgün ayağa kalkmayı-düzgün selam çakmayı-düzgün edilgenliği öğrenir olmak
sonra
sevmek
sevdiğince tercih edilmediğini farketmek
sonra
sevmek
yürütemeyecek katılıkların olduğunu farketmek
ayrılmak
sonra
sonra
dokunmak isteyişlerin tümünün "bir daha hiç görmeyecek olmalara" gebe olduğunu...
sonra
sonra
artık tüm sorularının yanıtlarının karşında olduğunu görmek
direnmenin ve mağlupluğun
haykırmanın ve otoyolların
çığlıkların ve sözsüzlüklerin
hayatın kendisiyle-sana "gelenlerin" ayırdlığının
...
...
...
...
...
...

Salı, Mart 13, 2007

amazon'daki karıncalar

fotoğraf, amazon bölgesinde catterpillar' öncesinde madenlerin nasıl işlendiğini gösteriyor. eski bir fotoğraf. karınca gibi görünenler insan...



altmış anayasasında sendikalaşmaya izin verilmişti. bu, o dönemde belirlenen stratejiyle uyumluydu: kentli endüstriyel işçi sınıfının yaratılması, kent ve kent-yakın bölgelerde sanayinin kurulması, yakın piyasaların tüketme-gücüne ulaştırılması... sermaye ile emek arasında bir uzlaşı doğmuştu, o tarihsel mutlak karşıtlığa rağmen...
devir döndü, bu uzlaşının yeterli olduğu kanaatiyle 80'de darbe geldi. sendika liderleri tutuklandı, işkencelerden geçirildi, sendikalaşma yasaklandı, görece daha ılımlılığa geçildiğinde de farklı stratejilerle sürdürüldü, sendika liderleri statükonun içine çekildi, milletvekili oldular, pasiftiler, güçsüzdüler, edilgendiler, işçi kesimi atomize edildi, parçalandı, korkudan, ekmeksiz kalmaktan, güvencesizlikten, ne yapacağını bilememekten, yanlız ve desteksiz kalmaktan...
sokaklara çıkanlar coplandı, işten atıldı, alnının teriyle, ellerinden çıkan meta'ya gittikçe yabancılaştırıldı, nesneleşti, değersizleşti, iş mahkemeleri, iş hukuku hep aleyhineydi...
fabrika'da, bir işçi tuvaletin kapısına aylık muhasebesini yazmış....
aylık ev kirası
telefon-elektrik-su
çocukların okul masrafları
aylık mutfak masrafı
toplamış
aylık gelirini yazıp çıkarmış
edilgenleştirme
pısırıklaştırma
eli-kolu bağlı bırakma
ümitsizleştirme'de ulaştıkları başarının örneğidir, diye anlatmak istedim.
tuvaletin arka kapısına atılan bir çığlık
amazondaki karıncalar gibi...

Perşembe, Mart 08, 2007




işyerlerinde girişteki güvenlik elemanlarının ellerinde pembe karanfiller vardı bugün, KADIN çalışanların ellerine tutuşturdukları,
sevgilisine çiçek yollayan/alan erkekler gevrek gülüşleriyleydiler,
bugun kadın oluşluğun kutlu günü değildi oysa ki,
cinsiyet üzerine faşizmini dayatanlara, beden ayrımcı egemenlere, ard'da bırakan tarihsel ölümcül yaşanmışlıkların sürgitliğine,
çığlık günüydü oysa ki,

Çarşamba, Mart 07, 2007

by Tolstoy...

The truth was, that life was meaningless. Every day of life, every step in it, brought me, as it were, nearer the precipice, and I saw clearly that before me there was nothing but ruin. And to stop was impossible; to go back was impossible; and it was impossible to shut my eyes so as not to see that there was nothing before me but suffering and actual death, absolute annihilation...

Pazartesi, Mart 05, 2007

Pazar, Mart 04, 2007

vahşet mimarları...

sümsükleştirilmek
suskunlaştırılmak
ilkesizleştirilmek
iliksizleştirilmek
hiçbir eylemin sonuç vermeyeceğine, aksine vücudundan bir parçanın, ruhundan parçaların ayırılabileceğini örneklendirerek inandırmak, pısırıklaştırmak
el ile, emek ile, yürek ile, ter ile yaratılan tüm değerleri değersizleştirmek

korkutmak
korkuyu her yere, her sokağa, her umuda, her ilişkiye, her söze, her kitaba, her görüntüye, her ezgiye şırınlamak

korkutmak

bilhassa öldürmek, bilhassa iğdiş etmek, bilhassa yaralamak, kısır bırakmak, aciz bırakmak








yap ki güc'e tehlike oluşmasın...,



vahşet'in mimarları, hala oradalar...

Cumartesi, Mart 03, 2007

Cuma, Mart 02, 2007

...

guatemala, sadece kadın oldukları için şiddete maruz kalan ve ölen kadınların resimleri... resimlerde kalanlar...





............................................................................

günlerdir, aylardır, yıllardır,
"bir daha hiç göremeyecek" olmanın duygusunun korkusunu tahayyül ediyorum. son günlerde seyrettiğim tüm filmler, sanki seçilmişler gibi bu korkuyu yansıtıyor bana, ya da, düşünce, odaklandığında daha belirgin seçer oluyor... annesi kardeşini doğururken ölen kız çocuğu, kardeşinin yüzüne eğilerek "katil" diyor... israilli askerlerin, düğün ertesi sabahında anne-evine uğrayan gelini öldürmeleri sonrasında kardeşini yerde sarıp sarmalayan filistinli, haykırıyor, göğe bakarak... işkence gördüğü için ciğerleri ödem yapıp ölen adamın oğlu, "bir daha hiç gelmeyecek" diye ağlıyor... "bir daha hiç göremeyecek olmak"...


korku kendi memesini emerek, büyüyor da büyüyor...

Perşembe, Mart 01, 2007