Perşembe, Ağustos 31, 2006

erkek yanlızlığı

sonun son olduğu yer yok,
zaman da, mekan da, değişti, gün ışığında, ışıksızlığında,
tenin damlalarına baktı göz,
tenin kuraklığında aradı "tek"i

bildik miydi bu yok oluş,
kayaların, oymalı sütunların, denizin, taşın arasında yaşamışların, yok oluşlarıyla bir miydi,




erkek yanlızlığı
'na dönüştü herşey,
kımıltısız, söyleyişsiz ve kısır,
gücün bitişiyle bir oldu,

yara büyüyor,
geldi ve alnından öptü, insanlar hınca geldi, götürdüler, kollarını gerdiler, ellerini astılar, kanattılar
insanı insana adadılar

dokunuşun bitiş olduğu yer var

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

bu sabah tren, her zamanki gibi Sarıkum'la Demirli'nin arasındaki uçsuz bucaksız kırın üst başından geçti. incir ağacı, uzakta, denizi lekeliyordu. Sarıkum'a bu gece, yarın sabah, ertesi gün, ertesi gece dönmeyeceğiz. biliyordum. biliyordu.

yitmiş ya da yitirmiş olmanın kaygısı, bir daha
oysa
iki tanrı göğe erindiydi
sıyrılıp
arıntıyla

Salı, Ağustos 29, 2006

en mavisi, en beyazı budur...




harbiye'deydi
kırmızı şalı'yla
bir ara durdu
cunta sürgüne gönderdi bizi
dedi
ellerini uzattı
ellerini gösterdi
ülkeme dokundurmadılar
dedi
teşekkürler yaşam

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

Canción de Carla


nikaragua'ya gider. Carla'nın peşinden. ingilizdir. otobüs şöförüdür. Carla, alımlıdır. ah aşk!
resmi bilgilendiricilerden arada sırada denk gelen duyduklarıyla bir iki kısa cümlelik bilgisi vardır.

bilgini sına, yetinme, bilgi en güçlü iktidar aracıdır, sorgula...

1979 yılında Orta Amerika ülkelerinden Nikaragua’da Sandinistler iktidarı ele geçirir. Seçimle işbaşına gelmişlerdir. Bu beklenmedik bir gelişmedir çünkü Sandinistler Sosyalisttir.
Bunun üzerine CIA düğmeye basar ve ülke içinde bir kontra örgütlenmesi başlatır. Sandinistlerin devrimci gerilla ordusuna karşı CIA’nın kontra gerillaları örgütlenir. 11 yıl kadar süren
kanlı bir iç savaştan sonra 1990 yılında Sandinistler iktidarı kaybeder.
Reagan hükümeti, İran-Irak savaşı sırasında ambargo koyduğu İran'a silah satıp, Nikaragua kontr gerillarına para göndermiştir.

Carla, iç savaştan kaçmıştır. sevdiği adam sandinist savaşcılardandır. onu ve ülkesini görmeye döner. ah aşk! glasgow'lu da düşer peşine.

sandinistler iktidara geçtiğinde tüm yoksul köylerin meydanlarına okul, sağlık ocağı, iş eğitim merkezleri inşa ederler. iç savaş sırasında kontra gerillalar köyleri basar, bu binaları yakarlar,
glasgow'luya bir hikaye anlatılır:
kontra gerillalar köyü bastılar. üç çocuğumla dışarıdaydım. bir ağaca çıktım. iki çocuğumu çekebildim. biri aşağıda kaldı. bir elimle birinin, diğer elimle diğerinin ağzını kapadım. gerilla ağacın altında ağlayan çocuğumun kafasını kesti. ses çıkaramadım. ses çıkaramadım. bağıramadım. ağlayamadım. duysa diğerlerini de öldürecekti.

yaşadığım ülkede, yaşadığım dünyada bu acılar varken,
...
hakkımız var mı önceliklendirmeye, önemlilendirmeye acı diye, üzüntü diye nitelediklerimizi?
bilgi: resim Haiti'den, film de Ken Loach'un

Pazar, Ağustos 27, 2006

renklerin ölüşü



Sudanlı mültecilerin anlattıklarından

“Köydeki farklı kulübelerde, yaklaşık 15 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi. Janjavidler bazı kadın ve kız çocuklarının kaçmalarını önlemek için kemiklerini kırdı. Janjavidler köyde 6-7 gün kaldı.”

“5-6 erkek, altı gün boyunca saatlerce birbiri ardına bize tecavüz ediyordu. Bu olaydan sonra kocam beni affetmedi ve bıraktı.”


Savaş silahı olarak tecavüz başlıklı yeni raporunu açıklayan Uluslararası Af Örgütü, “Darfur, Sudan’da sekiz yaşındaki kız çocukları bile tecavüze uğruyor ve seks kölesi olarak kullanılıyor. Darfur’da sürmekte olan kitlesel tecavüzler savaş suçu ve insanlığa karşı işlenen suçlar olmasına rağmen uluslararası topluluk bunu durdurmak için çok az çaba harcıyor” dedi.
Bölgenin ve uluslararası topluluğun gözü Darfur’da olmasına ve Sudan hükümetinin Janjavid milisleri silahsızlandıracağına dair söz vermesine karşın kadınlar ve kız çocukları hala koruma altında değil.

Cumartesi, Ağustos 26, 2006

...

onbirinci kata kumrularınserçelerin nasıl ve neden geldiğini merak etmiştin gördüğünde onları maviye ve beyaza yakın günlerde
kuru ekmek kırıntılarını gördüğünde yine şaşırmıştın
sanki bir insan ömür-zamanı geçmiş gibi...
kumrular her gelişinde -aynı kumru olabilir mi-nasıl anlaşılabilir bu- o an'a da dönüyorum
yandan bakışlarını yakalıyorum
bazen balkonun farklı yerine koyduğumda bir önceki yerine
-evet aynı kumru bu-
gelip bakıyor
değiştirmemek lazım
hep aynı yerde hep bulacağını bilmeli
yürek de aynı değil mi?
.

Cuma, Ağustos 25, 2006


azalmak
"huzur" değil gözlerdeki...
azalmak
ellerinin babanın eline benzemesi, gün güne
hüzün olmalı, heba edilen tüm soluk anlarının ardından gözlere sinen, bürünen

Perşembe, Ağustos 24, 2006

arkamda yağmur yağıyor
önümdeki aynaya hiç yansımayacak bu yağmurun suyu

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

ÇEŞİTLEMELİ KORKU

bir tüy,
bir telek
bir dalgın kuşun ardında bırakıverdiği havadan
oluşmuş gibi yumuşak, düşen, yere doğru;
bir tüy,
bir telek,
bir yaprak
bir güz dalından kopmuş
kopuvermiş
sarartılı
bir yaprak, yere değince kimsenin duymadığı, yeri,
taşı, toprağı bağırtmamış, incitmemiş,
bir tüy, bir telek, bir güz yaprağı
gibi düşmüş yerleşmişti içime
içerime, gönlüme, etime
k o r k u


BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME

karıncalar gibiydim, düş karıncaları, ozan karıncaları
gibi
çıdamlı karıncalar gibiydim,
çıdamlı, dümdüz uzanan
uçsuz bucaksız engebesiz bir düzlükte

ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL
DİN KENDİNE KATTIN BENİ

gözü, ayağı, bir yerlere takılmadan
hiçbir şeye yönelmeden
dümdüz uzanan bir toprakta
çıdamla
y ü r ü y e n
karıncalar gibiydim.


d u y d u m s e n i,
ö l d ü m s e n i!

SENİ SENİ SENİ
SENİ SENİ

gördüm duydum
yaşadım öldüm
yürümekten başka bir şey bilmeyen,
nereye, niye, neye gittiğini bilmeyen

bir yere gittiğini olsun bilmeyen
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla yürüyen bu düzlükte, engebesizlikte.

SENİN YANIMDASIZLIĞIN BİR
SİLİK SUSKUYDU, GÜNSÜZ KA
RANLIĞIMIN KESER AÇARDI KA
PISINI, SESİN, YÜZÜN, YÜRÜMEN
Nereye gittiğini gene bilmeden
bir yere gittiğini olsun gene bilmeden
çıdamı da, yürümeği de unutmuş
b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
çılgınca dönenen
durduğu
yerde.


görünmez engebeler örüldü
çepeçevre
çevremde
k or k u d a n

BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
KENDİNE KATTIN BENİ,
YUVARLANDIK BİR SÜRE


Zeytin gövdeleri gibiyim şimdi
toprağım ister al, ister boz, ister kara,
burulmuş erkeklikler gibiyim
a c ı i ç i n d e
k ı v r a n a n
düzlüklerinde gökyüzüne uzanıp gün ışığını
titreştiren, dünyayı düzgün aralıklara bölen
kavak duvarların-
d a n s o n r a

SONRA

suyu arayıp bulan kökleriyle, durmadan budanan
kollarıyla
su fışkırır gibi
yeniden toprağa dökülen dallarıyla yeşil yağmurunu
yağdıran
söğütlerden sonra,

SONRA
SONRA

yarık
yarılı
yarılmış tahtasıyla
kıvranan
buruk
burgun
bir zeytin gövdesi gibiyim
kuytularda,
eğimlerde,
suskun,
sessizlikler içinde, gümüş yeşil bir buğu altında,
buruk

b i r g ö v d e y i m ş i m d i

yemişi kararmayan

SONRA SONRA SONRA
YIKTIK KENDİMİZİ DE
Kuruyum göğe baktığım yerde,
buruğum yere baktığım yerde
korkuyla beslenerek korkudan!

BEN ÇIĞ OLDUM ŞİMDİ. SEN,
kar'ımdaki taş, karnım-
E T İ M D E K İ
daki, dokumdaki
K A M A

oysa korku kendi memesini

e m e r e k b ü y ü r ;

nasıl burmalı bu memeyi?
nasıl kurtulmalı
nasıl
nasıl
nasıl
korku-
nun südü olmaktan?

SENİ SENİ SENİ
SENİ SENİ
yaşadım duydum
öldüm

seni yaşadım, seni öldüm

uçurumun dibine
v a r a m a d ı m d a h a
parçalanıp, parçalayıp kurtulacağım yere.

Bir tüy,
bir telek gibi,
bir güz yaprağı gibi
k o p m a l ı
kuştan, ağaçtan, yeğnilikle, incelerek,
bağırmadan korkudan.


ANILARIM SENİN GELECEĞİN OLUYOR,
GERÇEKLİK DUYUSUNU YİTİRİP, UZAKTAN
UZAĞA HEP SENİN SİVRİLDİĞİN BİR PUS
İÇİNDE YAŞAMAĞA BAŞLADIĞIM ŞU ANDA.
SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞUYORUM,
ARADAKİ PUSARIK BATAKLIKTA AYRIŞIP
YIVIŞAN GÜNLERİN HİÇLİĞİNDE.








bk

Salı, Ağustos 22, 2006

döngü



Günahtan kaçsak bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerin varlığından kaçamıyoruz.

Bütün trajedimizi ve yaratıcılığımızı bu günahlara borçlu değil miyiz?

İsteklerimizi yok etmek mümkün değil.

Ermiş olmak isteyenler manastırlara, çöllere kaçarak kendi isteklerinden saklanıyorlar.

ah o diğer ülkeler, diyarlar...

gittiğinde farketmek

aslında "için"i de beraberinde götürdüğünü

Sakla(n)mak, yenmek anlamına gelir mi peki?

Olabilecek en korkunç mahkeme bu.

Yargılayan da sensin, yargılanan da...

Pazartesi, Ağustos 21, 2006

rüya

yıllar yıllar önce


ucu bucağı olmayan bir kenttesin
sokaklarında koşuyorsun
rüzgarı içinde hissetmek istiyorsun
hızlanıyorsun
soluksuzlaşmaya değin
bağrını yırtıyor, açıyorsun
rüzgar,
rüzgar öyle bir essin ki içinde... alsın götürsün içindekileri
arındırsın seni
diyorsun. rüyanda.


Pazar, Ağustos 20, 2006

Cumartesi, Ağustos 19, 2006

başlangıçta söz vardı


yerle bir etti dünyayi tanri,
atesleri yagmura dönüstürürken
nedenini soranlara
"dünyayi kendi ellerinizle biçimlendirdiniz" dedi
"elleriniz beyninizin oyununa geldi
beyniniz sözlerin"
başlangıçta söz vardı.
neden, baba?

Perşembe, Ağustos 17, 2006

teneke trampet



...

masum olmamakla ilgili şarkı geldi aklıma itirafını duyduğumda

yazdıklarını volker'in gözleriyle izlediğimde, büyümeye, öldürmeye,

(başka fiiller aradım çocuklukla-büyümek arasındaki farkı belirleyebilmek üzere ama bulamadım. büyümek, öldürmekle eş ki.
-duyarlılığını yitirme+paylaşımını yok etme+kaygıların önceliklenmesi+yanlızlaşmanın, tekilleşmenin böbürleniciliği+değer yaratamamakla birlikte var olan ve gösterilen değerlerin önemsizleştirilmesi=tüm bunlar kendi "insan" ölümümüz değil midir.-
)
direnen sarı saçlı çocuğun büyüyenlerin katliamlarını duymamak için trampetini durmadan çaldığını, yetmediğinde "çığılığı"yla seslerden kendini uzaklaştırdığını, büyümeye ancak böyle direndiğini...
arada ödüllendirildiğini biliyorum. "asalet" ödülü. duruşuyla, keskinliğiyle, ...
kim masum?
çocukluğun masumiyetinin yittiği an... "yıkanmak istemeyen çocukların" zorla yıkanmaları...
ünsal hoca'nın aynı adlı kitabından bir anlatısı... 40, savaş başlangıcı öncesi askerler insanları manipüle -kandırma, bilincini, insani duygularını eksiltme, yerine koyduğu ya da koyacağını vaad ettikleri ile
-vaad edilmiş topraklar-
bu özün yitirilmesine yol açma-
etmek üzere köy/kasabalara seremonyel yürüyüşler düzenliyorlar. önlere serpiştirilen çocukların yanaklarını okşayarak, anne ve babalara almanya için kutsal evlatlar yetiştirdiklerini söylüyorlar. bu övgüyü alan anne baba seviniyor. o yüzden askerlerin geleceği duyulduğunda çocuklar aklanıp paklandırılıyor, saçları kesiliyor, elbiseler dikiliyor. çocukları daha da beyazlaşsınlar diye çok sıcak sularda yıkıyorlar. ama bazı çocuklar, ama bazı çocuklar, yıkanmamamak için kaçıyor...
kendi yittiği anı sürekli sorgulayan biri, bunu görebiliyor. önce 14ünde, sonra 17sinde SSlere başvurusunun arkasında yatan, katliam arzusu olabilir mi diyor bir yandan; diğer yandan -aşağılarda pek çok buna dair resim var, bosna savaşını başlatan adamın hollanda'da ölmesinin ardından yüzbinler peşinden gitmişti, orda küçük, sarı saçlı bir kız elinde mum, ...- ailenin, yakın çevrenin, uzak çevrenin içinde olma isteği ve duygusuyla -bir çocuk başka ne ister ki?- katılmış olamaz mı?; ama saklamış, ama pişman olmuş ki, teneke trampet'i çıkarmış ortaya;
arınmak.... zımparalasan da çıkmıyor üzerinden, derinden, hayallerinden,
ölüme yakınlaştıkça yaş olarak... itiraf ediveriyorsun...
peki ya...
o "çok" ince çizginin ötesi ve berisi nerde?

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

sylvia plath

yok, artık bir işe yaradığın yok.
tam otuz yıl zavallı kanı çekilmiş bir ayak gibi içinde yaşadım senin kara kundura,
ancak bir soluk...

babacığım, öldürmek zorundayım seni.
ben zaman bulamadan ölüverdin...
mermer gibi ağır, bir torba dolusu tanrı, san fransisco ayıbalığı gibi kocamandı bir ayak tırnağın, iğrenç anıt,

hele o çılgın atlantik sularındaki kafan güzelim nasuet açıklarında mavi sulara fasulye yeşili akıtırdı.

dua ederdim iyileşsin diye.
ach, du.

alman dilinde savaş, savaş, savaş silindirinin yerle bir ettiği o polonya kentinde.
herkes bilir bu kentin adını.
polonyalı dostum bir iki düzine var diyor.

bu yüzden nereye ayak bastın, kök saldın, hiç bilemem.
hiç konuşamadım ki seninle.
dilin yapıştı kaldı damağıma.
dikenli tellere takıldı kaldı.
ich, ich,ich,
güçlükle konuşurdum.
her alman'ı sen sanırdım.
hele o yüz kızartıcı dilin

bir lokomotif, beni bir yahudi gibi çuf çuf alıp götüren lokomotif.
dachau'ya, auschwitz'e, belsen'e.
yahudi gibi konuşmaya başladım.
sanırım pekala bir yahudi olabilirim.

tyrol'ün karları, viyana'nın temiz birası o kadar saf ya da gerçek değildir.
çingene ninelerim ve acayip talihim ve fal kağıtlarımla pekala ben de birazcık yahudi olabilirim.

hep korktum senden, luftwaffe'nden, lafı ağzında gevelemenden.
ve o düzgün bıyığından
hele masmavi ari gözlerinden.

hey tankçı, tankçı, ah sen-
tanrı değil, bir gamalı haçsın
öyle karasın ki hiç bir gökyüzüne geçit vermezsin.

her kadının gönlünde bir faşist yatar,
suratına yer tekmeyi, hayvan
senin gibi hayvan, hayvandır kalbi.

bendeki resminde
karatahtanın önünde duruyorsun baba,
ayağın yerine çenen ikiye ayrık
ama daha az şeytan sayılmazsın bu yüzden,
yoo, küçük kan kırmızı yüreğimi ısırıp ikiye ayıran adam sensin.

daha on yaşındaydım seni gömdüklerinde.
yirmimde ölmek istedim
sana dönmek, sana dönmek istedim.
kemiklerim bile becerir sandım.
ama çıkardılar beni torbadan,
tutkalladılar, yapıştırdılar yeni baştan
o zaman anladım ne yapmam gerektiğini.
bir örneğini yaptım senin,
meinkampf bakışlı, işkence askısı, burgu düşkünü karalar giymiş herif.
sonra, evet dedim, evet, evet.
işte böyle babacığım, sonunda işim bitti.
kara telefon kökünden kesildi,
kımıl kımıl sesler geçmez artık.
bir değil iki adam birden öldürdüm-bana sen olduğunu söylen
ve bir yıl, doğrusunu bilmek istersen,
tam yedi yıl kanımı emen vampiri.

babacığım, sırtüstü uzanabilirsin şimdi.
bir kazık saplı şişko kara kalbinde
hatta köylüler bile sevmediler seni
üstünde dans edip tepiniyorlar şimdi.
sen olduğunu hep biliyorlardı.
baba, babacığım, alçak herif, seninle işim bitti.








Costa-Gavras'ın 89 Music Box filminde Jessica Lang ikinci savaştan sonra Macaristan'dan Amerika'ya göç eden babasının, savaş sırasında kendi ülkesinde nazilerle birlikte işlediği suçlardan dolayı sınır dışı edilmesi karşısında onun savunmasını üstlenir. ama gerçekler ortaya çıktıkça...
Plath'in şiirine rastladım. oldukça ağır bir şiir. hikayesine dair pek net bilgi bulamadım. ancak bu şiirde avusturyalı babası Otto'yu acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla, kendisini de toplama kampına kapatılan masum bir yahudi kızla özdeşleştirir.
"yaşam"ları "yok eden" babaların, kızlarının gözlerine nasıl baktıklarına dair bir soru var kafamda... "yaşamları yok edebilmeyi" meşrulaştırabilenler, gerçi bunu da meşrulaştırabilir...

Pazar, Ağustos 13, 2006

find the difference between the pictures






derslerden birinde "kadınlar" kolleksiyonunun slayt gösterisini yapmıştık. toparlanırken, öğrencilerden biri "neden bizim şehit annelerinin resmi yok?" diye sordu.

asırlarca yaşasam böyle bir soru ile karşılaşabileceğimi düşünmezdim.

"çocuğunu kaybeden annenin acısı her yerde aynı değil mi?" çıkmış ağzımdan. hızla ayrılmıştım,

j & h

tanrı'nın bağlamayı uygun gördüğü ipleri gevşetmek yanlış;
yine fundaların ve rüzgarın çocukları olacağız biz.
evden uzakta, hala senin ve benim için esiyor
harikulade bir rüzgar, kuzey taşrasında.

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

travma



duvar dibi

sinmek

korunaklı gelir

görünmek istememek

sırtının dayanması

iç'in yıkımı/sallanması

tüm bir hayat boyunca taşınacak olan görüntü ve sesler

korkmak

anlamını bilmediğin gürültüden korkmak

ev diye bildiğin odalarına girenlerden korkmak

bomba ve kurşun sesleri geceleri çıkıyordu, çığlıkların havalandığı ağızlar aynıydı, çocuktum, korku ve çığlık uyutmuyordu,

Cuma, Ağustos 11, 2006

kural 1

desteğin mi azaldı...
korku yarat!

Perşembe, Ağustos 10, 2006

sayık

katliam

cümlelerimiz tekil şahıslardan oluşur. çoğul, mağluptur tek'in karşısında. tekilleşme hikayesi insanın tarihindeki geri dönüşsüz dönüşmedir, doğanın/tanrının belirlediği cinsiyetten vazgeçmek gibidir.

ve gün gelir

travestisi okunur kendi yüzünde kendi gerçeksizliğinin...
savaş dinçel'in sait faik'i oynadığı oyundan,
akşamları sokakta yürürken sesler duyarmış, gaipten sesler duyduğunu, delirdiğini söylermiş etraftakiler... dinçel, pardesüsü, sapkası ve sahneyi kaplayan gözleriyle döner ve
"gelsin efendim gelsin
asıl bir şişt sesi gelmedi mi fena"
der. Korunaklı odalarda küçük ekrandan yansıyan görüntü ve ses, defeder yitişi, görüntü ve sesler öyle ayarlanmıştır ki "yüzüne yansıtmaz tekliğini"... toplu hareketler içinde yer alıp geleceğini belirleme adına mücadele veren bir kuşağın atıkları olarak özgür iradeyi tüketim mallarını seçerken kullanma... yanılsaması...
akıl, beden karşısında savunmasızdır. beden, acı'yı öteler/iteler/
beden, istediği an aklın önüne geçiverir.
beden, tekleşmenin ağırlığını üstlenmek istemez.
işte o an insan, önce kendini katleder...

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

“Külli aklı bir köşeye atarsanız kendi aklınızı beğenir olursunuz ve o zaman katliam başlar."

katliam'ın resmi


8 ağustos 2006. tel-aviv.

Salı, Ağustos 08, 2006

incecik, kıpkırmızı bir hat


Maybe all men got one big soul where everybody's a part of.
All faces are the same man, one big self.
Everyone looking for salvation by himself.
Each like a coal drawn from the fire.

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

incecik, kırmızı bir hat


What's this war in the heart of nature?
Why does nature vie with itself?
The land contend with the sea?
Is there an avenging power in nature?
Not one power but two?







I remember my mother when she was dying, she was all shrunk up and grey. I asked her if she was afraid, she shook her head no. I was afraid to touch the death I seen in her. I couldn't find nothing beautiful or uplifting about her going back to God. I wondered what it'd be like when I died, to know that this was the last breath you was ever going to draw. I just hoped I could meet it with the same calm she did. Cause that's where it's hidden. The immortality I hadn't seen.

Pazar, Ağustos 06, 2006


burası Lima...



tavernier'in 80 yapımı une semaine de vacances filminde öğretmen, öğrencilerine olması gerektiği kadar ilgi gösterememenin sıkıntısıyla izin alır, kır'a gider, dolanır, konuşur, vs vs vs... okula döner filmin sonunda, masasına geçer, bir kitap açar, ve okur...


Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarı nehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor, her şafak vakti kalbim Yunanistan'da kurşuna diziliyor.



nazım'ın 'angina pektoris' şiiri...


16 yıl önce izlemiştim. sorduğum soruyu hatırlıyorum.
resimdeki kadın ile ilgili sadece Lima'daki (Peru) bir protestoya katıldığı bilgisi var. elinde tuttuğu kağıtta da 'onlar çocuk, savaşmıyorlar' yazıyor. bir de gözleri...



neden dünyanın bir başka yerinde yaşayan birilerinin yaşadıklarını içinde hisseder insan?

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

er ya da geç....

yıl 1978 Kasım ayı. 28 yıl önce. Julio Simon adındaki polis Jose Pobleta Roa ve karısı Gertrudis Hlaczik ve sekiz aylık kızlarını kaçırıyor, işkence ediyor.

yıl 2006 Ağustos ayı. 28 yıl sonra. Nora Cortinas. Plaza de Mayo Anneleri organizasyonunun başkanı. Mahkeme binası önünde.




"Turco Julian" lakaplı polis memuruna 25 yıl hapis cezası veriliyor.


25. gün

ölü sayısı 968
yaralı sayısı 3,293

Cuma, Ağustos 04, 2006

ayrılırken ülkemizden...


modern dünyanın insanları...

oryantalizm -doğunun insancıllığı ve yüze bakışını egzotizmle eşleştirip, ülkelerinden başka bir ülkede bir süreliğine yaşayabilir oluşlarını dibine kadar kullanan, orta sınıf kaygılarını kuygularını bırakmamış- misafirleri... sizin ülkelerinizin silah sanayiinin gelişmesi adınadır gördüğünüz, duyduğunuz ölüler...

sizi almaya gelen savaş kruvazörleri yanaşırken ve de uzaklaşırken israilin bombalamayı susturması garibinize gitmiyor mu hiç?

sweet home, my sweet home yazılı paspaslarınıza koşunuz.... ard'da bıraktıklarınızın ...

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

Salı, Ağustos 01, 2006